Saturday, December 18, 2010

PVC konusu ve bir krem çikolata kritiği

Merhaba. Geçenlerde çok acı bir gerçekle karşılaştım. Dostum dediğim şey tarafından sırtımdan vuruldum. Efendim PVC nedir biliyorsunuzdur. Simgesi geri dönüşüm benzeri bir şey olduğundan güzel bir şey gibi gösterilmek istense de, çok zehirli bir plastik türü bu. Herhangi bir şey alırken üstünde o simgeyi arıyor da olsam, bizi çok seven anneannem tarafından bu zehirli madde, hiç fark ettirilmeden evin içine sızdırılmış. Biz Nutella alamıyor olduğumuzdan, anneannemin getirdiği Peripella, Marvella gibi krem çikolataları tüketiyoruz. İşte geçen gece Marvella adlı krem çikolatayı kaşık kaşık yemek için uyanmışken, aşağıda göreceğiniz PVC simgesi nedeniyle kanser oldum.

Gelelim Peripella'ya.. Peripella, Nutella'dan daha güzeldir ve içinde %13 gerçek fındık bulunur. Üstelik Peripella'nın üreticileri mert adamlardır ve ürünün kapağına %13 gerçek fındık bulunduğunu kocaman harflerle yazmışlardır, dahası bir de parantez açıp ''kakaolu kısmında'' diye uyarı da verirler. Böyle dürüst adamlardan kötülük gelmez kimseye. Ama Marvella tam bir aşağılık. Ondan her şey beklenir.

Şimdi buna güvenerek Peripella almayın sakın, fındık komasına falan girersiniz, belki pvc de vardır. Alacaksanız da beyazlı kısımlardan yiyin, kakolu değil. Oralarda fındık yokmuş.

Saturday, December 4, 2010

Gündüzleri Eylemde, Geceleri Alışverişte!

Bugün Taksim'de bir eylem gerçekleştirdik. Eylemi koordine eden kişi, Emel Türker idi. Eylem sırasında, her ne kadar pijamalı da olsa, çok kararlı ve kendinden emin açıklamalar yapan Emel'in bilmediğimiz bir yönünü öğrendik bugün. Emel meğer bir alışveriş canavarı, bir tüketim manyağıymış. Eylemden sonra ben, Emel ve Emel'in ev arkadaşı Pelin otobüs duraklarına gitmek üzere ofisten yola çıktık. Fakat yol bitmek bilmedi, zira Emel gördüğü her mağazaya saldırıyordu. Parası olmadığında '' bu deri, bunda pvc var, bu plastik '' diye her şeye burun kıvıran Emel, bu kez Levis, Quicksilver, Koton demedi, her gördüğü açık kapıdan içeri girdi ve saçma sapan harcamalar yaptı. Dalga konusu haline gelince de, ''ya ihtiyacım olmasa almazdım/ ama en çok aldığım kitaplara sevindim valla/ dünya malı, bugün varız yarın yokuz'' gibi açıklamalar yaptı. Bununla da yetinmedi ve Greenpeace kişiliğini bir kenara bırakıp, plastik torbaya koydurdu aldığı her şeyi. Bahanesi de şu: ''Özay gitti diye çok üzüldüm, çok sıkıldım, hemen gelsin.'' (Yani depresyona girdiğim için tüketiyorum demek oluyor bu.) Emel'e bunu hiç yakıştıramadık doğrusu, yaptığı ayıp şeyleri yüzüne vurduğumda ise, bana bir toka ile saldırdı. Kanıtlarım aşağıdadır.

Friday, December 3, 2010

İş Görüşmesi

Bugün Moda'ya iş görüşmesine gittim. Geçen yıldan çok geniş bir iş görüşmesine gitme deneyimim var. Aman uzak durun şu iş görüşmelerinden, nedense çok mükemmel olduğunuzu da sansanız, geri dönüş alamıyorsunuz. Belki de sizden daha mükemmel birisi çıkıyor ortaya, allahın belası. Geçen sene Mutlusel'le iş ararken, her gün birkaç tane görüşmeye gittiğimizden, ay sonunda eğer çalışıyor olsaydık alacağımız maaşın kat kat fazlası bir miktarı İETT'ye döktüğümüzü fark ettik, sonunda iş aramaktan vazgeçtik. Bazen gerçekten bir şeyin olacağı varsa olur gibisinden saçma fikirlere kapılıyorum, örneğin yüz yüze ortada fol yok yumurta yokken çıkmıştı. Neyse, bugün gittim Speak English ofisine, görüşmemi yaptım. Ama bildiğiniz veya bilmediğiniz üzere, nezle iken iş görüşmeleri pek ızdıraplı geçer. Neden derseniz, bir yandan konuşup bir yandan sümüklerinize söz geçirmek çok zordur, burnunuzu kontrol altına alamazsınız. Hele bir de iş görüşmesi, bugünkü gibi ingilizce ise... Sümük kontrolü ile uğraşırken anadilinizi bile konuşamazsınız ki.
Yüz yüze ile ilgili bir şey vardır; sokaktaki insanlar bize Greenpeace'çi der, biz kendimize yüz yüzeci deriz, ama iş görüşmelerinde ve CV'lerde yaptığımız işin ismi DD, yani Direct Dialogue. Daha bir ciddi geliyor kulağa.
Acaba kadının kedisi beni sevmiş olsa, iş görüşmem daha başarılı geçer miydi?

Wednesday, December 1, 2010

Yeni bir bebek geldi!

Bundan sonra blog yazarken o an dinlediğimiz şarkıları yazalım mı? Ama komiklikli olsun diye kafadan şarkı uydurmak yok, söz. En fazla uydurmuş olmamak için, uydurmak istediğimiz şarkıları o an için açıp, buraya yazıveririz. Neyse, bütün gün kafamda kolbastı müziği çaldı, sözleriyle birlikte. Ama bu Marmara Üniversitesi'nin bir utanç yuvası haline gelip kolbastı seanslarına yer vermesinden kaynaklanan bir şey.

Efendim, bildiğiniz gibi kişisel bakım konusunda büyük bir gelişme kaydettik son birkaç ayda. Yine bildiğiniz gibi, bizim kişisel bakım kriterleri altında işleyebileceğimiz aktivitelerimiz, el-yüz yıkamak, banyo yapmak ve çamaşır yıkamak. Çamaşır son aylarda oldukça revaçta, daire 5'in çatısı altında. İlk başlarda çamaşır yıkayacak bir makinemiz bile yokken, bir anda çamaşır makinesi tamir edildi. Daha sonra yavaş yavaş yıkanan çamaşırları balkona asmayı öğrendik, mandal aldık, balkona ip gerdik. Daha sonra astığımız çamaşırları 1-2 gün sonra toplamamız gerektiğine karar verdik, çünkü orada haftalarca dura dura yeniden kirleniyorlar. Bu çamaşır asma kısmı, içinde bulunduğumuz mevsimde iyice zorlaşmıştı, ıslak çamaşırları koltukların üstüne sermekten oturma odası yosun bağladı. Bugün kişisel bakımda son noktayı koyarak bir çamaşırlık aldım. Fakat o dev gibi teknoloji harikası bebeği nereye koyacağımı bulamıyorum. Evdeki bazı eşyaları atmamız gerek sanırım, ama onları da en fazla kapının önüne koyup, aylarca orada bırakacak ve gün geçtikçe kendilerini görmemeye başlayacağım, bunu biliyorum. O yüzden bu işlere hiç girişmiyorum şimdilik. Çamaşırlığımızı nereye koyacağımızı zaman gösterecek artık.

Thursday, November 25, 2010

Yeni Hobimiz

Daire 5'te yeni bir etkinlik filizleniyor şu günlerde.. Bildiğiniz gibi bir hobi edinmek çok zor, özellikle de öyle büyük miktarda paralarla oynamayan insanlar için. Bizim yapabileceğimiz en uç şey, okuldaki kulüplere katılmak. Örneğin Mutlusel boks kulübüne katıldı, ilk günlerde kendine ''susturucu'' diyen Mutlusel, sadece 1 kez antrenmana gitti. Daha önceleri de seramik derslerine girmek istiyorduk fakat onu da unuttuk gitti. Hobi çok tehlikeli bir şey aslında, hem büyük paralar dökmeniz gerekebiliyor, hem de hevesiniz geçtiği anda yalan oluyor. Ben şu günlerde Greenpeace'te tırmanış ekibine girebilmek için gizli gizli tırmanış kulübüne yazılma planları yapıyorum örneğin, ama bir türlü gerçekleştiremedim bu planımı. Sadece arada ''tırmanış kulübüne nasıl yazılıyoruz ya?'' diye soruyorum sınıfta, sonra da kulübün adının tırmanış değil, dağcılık kulübü olduğunu öğreniyorum. İkisi arasında benim gibi sıradan insanlar için pek fark yok, ama aslında büyük bir fark olabilir. Çiğdemse tırmanmadan önce şınav çekebiliyor olmam gerektiği konusunda ısrar edip duruyor. Bence hiç alakası yok.
Her neyse, konumuza dönelim. Mutlusel sıkılsak bile pek bir şey fark ettirmeyecek ve ucuz bir hobi edinmeye karar verdi. Carrefour'dan dart satın almış. Birkaç dakika önce maç yaptık, attığımız okların yarıdan fazlası çöpün içine düştü ve ben kazandım. Kazanma sebebim de o metal sınırlar içerisine oklarımı atabilmiş olmam. Mutlusel genelde numaraların bulunduğu kısma isabet ettirebildi. (bahsettiğim şeyi kavrayamayanlar için aşağıya temsili bir dart fotoğrafı koyacağım birazdan.) Yeni hobimizde ne kadar başarısız olduğumuz fark edilmesin diye, maçtan sonra bütün okları çöpten çıkarıp ortadaki kırmızı noktaya sapladık, sanki oraya isabet ettirebilmişiz gibi. Bu arada sizin de aklınıza aynı şey geldi biliyorum; dartın üzerine bir fotoğraf yerleştirmeliyiz. Fakat karar veremedik; Sarkozy mi yoksa Nazmiye mi?

Sunday, November 7, 2010

Kurtinek

Merhaba. Daire 5'te mistik şeyler oluyor. Neredeyse 1 aydır geceleri ne olduğuna karar veremediğimiz bir şey böğürüyor! Önceleri kurban bayramı gelmek üzere olduğu için biri kurbanlık almış diye düşündük. Ama hiçbir inek ya da koyun böyle sesler çıkaramaz. Köpek desen, o da değil. İşin tuhafı, balkona çıktığımızda duyulmuyor, evin içinde son ses kurban sesi.. Her yere baktık, bizim evde kurbanlık yok. Dün Mutlusel telaşla odasından çıkıp bulunduğu ürpertici bir tespitten bahsetti. Bu bağıran 'şey' her gece 11'de bağırmaya başlıyor. Ne olduğunu öğrenmek istiyor muyuz istemiyor muyuz, ona da karar veremedik. Çok normal bir şey olduğu ortaya çıkarsa, hayatımızda 1 aydır yer tutan bu mistik olay büyüsünü kaybetmiş olacak. Eğer ki tuhaf bir şeyse, korkacağız. Bu yüzden onun bir kurtinek olduğuna karar verdik dün. Hem biraz normal, hem de çok anormal bir durum. Ama en çok bu ne olduğunu anlayamadığımız şeyin, geceleri sapıtan yaşlı bir amca tarafından üretilen sesler olduğunu öğrenirsek çok tuhaf olur. Bakalım taşlar ne zaman yerine oturacak? Daire 5'te paranormal aktivite olaylarına girmek isteyenler için benzersiz bir fırsat...

Seksi inek resimleri için tıklayın:

Sunday, October 17, 2010

Mutlusel'in Tavanı Çöktü!

Merhaba herkese. Bugün başımıza neler geldi bilemezsiniz. Belki de bir süre sonra daire 5 diye bir yer olmayacak.. ÇÜNKÜ EVİMİZ BAŞIMIZA YIKILIYOR! Kozyatağı'nda 650tl kira vererek oturduğumuz için sevinirken, bunun nedenini yavaş yavaş anlamaya başladık. Hazır mısnız..Mutlusel'in tavanı çöktü!!! Biz de şaşkınız... Geçen sene Mutlusel'in tavanında su akmaya başladı yağmurla birlikte. Tavandaki sıvalar yavaş yavaş kar gibi yağmaya başladı. Ev sahibi Kemal amca, bu sorunun çözümü olarak tavanı alçıyla kaplamayı uygun gördü, bunu yaparken de tavanda kocaman bir delik açtı ve bundan sanki çok normal bir şeymiş gibi, hiç bahsetmedi. Kemal amca, arkasından bolca sövebildiğimiz fakat yüzüne hiçbir şey söylemediğimiz bir insan. Bunun nedeni de kendisinin 150 yaşında olması ve hiçbir resmi işi olmamasına karşın gece gündüz, yaz kış takım elbiseyle gezmesi. (Bkz: Yazık ) İşte Kemal amcanın papyonuna alçı damlata damlata gerçekleştirdiği bu tadilat, meyvelerini bugün verdi ve Mutlusel'in tavanı çöktü. Şu anda üst komşunun tavanın çöktüğü noktada dolaşmasıyla bizim eve düşmesi an meselesi olabilir. Kendisini pek sevmediğimizden ötürü, bu çok da memnun olduğumuz bir durum sayılmaz. Gelin birlik olalım ve şu tavanı yaptıralım, yoksa daire 5 tarihe karışacak. Bizi ne kadar sevdiğinizi biliyoruz.

Wednesday, October 6, 2010

Göbek. İşte bütün mesele bu.

Merhaba, uzun süredir yazmıyordum. Size Kilyos'ta gerçekleştirdiğimiz Oily People'dan bahsedecektim, fakat önce insanların elindeki malzemelerin bitmesini istedim. Ne konuda mı? Benim göbeğim konusunda tabi ki. Şimdi şöyle efendim.. Geçenlerde Kilyos'a gittik ve önceden getirdiğimiz pekmez, kakao vs gibi malzemelerle çamur benzeri bir şey hazırlayıp, bunu tüm vücudumuza sürdük. Sonra da fotoğraf çekimi oldu. (Bir benzeri için tıklayınız: http://www.greenpeace.org/turkey/assets/graphics/yeni-zelanda-petrol-protesto )
Buradaki amaç, Karadeniz'deki petrol arama çalışmalarına dikkat çekmekti, fakat herkesin dikkati benim göbeğimde toplandı. Daha önceden seçilen kıyafetler vardı, herkese siyah bir tşört verildi. Ohh, göbeğimi açmak zorunda kalmayacağım diye düşünürken, birden şu cümleyle irkildim :'' Aslında tşörtlerin göbek kısımlarını kesebiliriz!'' NEDEN YAHU? Neyse, tahmin edilebileceği gibi, bu cümleden sonra göbek kısımları kesildi, bikiniler ortaya çıktı, donlar fırladı.
Ertesi hafta ofisten Özay beni aradı ve fotoğraflardaki tesettürlü hanımın kim olduğunu sordu. Bu da yetmezmiş gibi uzun süre alay konusu oldum, yok haşemalı, yok görüşlerine saygımız sonsuz, yok fotoğrafların kabul edilmedi falan. Üstüne üstlük, Cengizhan beni teselli etmek için yukarıda verdiğim linki yollayarak, ''boşver, onlarda da göbekli adam var, bak'' dedi. Göbekli adam dediği 15000 kilo falan sanırım.
Ben bu göbek sorununu yazın Burgazada'da çözmüştüm oysa. Kalabalık olarak gittiğimiz sahilde ''Benim göbeğim var'' diye bir anons yapmıştım herkese, birkaç kişi kafasını kaldırıp anlamsızca suratıma baktıktan sonra, bu yükten kurtulduğumu düşünmüştüm. Fakat olmamış, başaramamışım.
Sonuç olarak, etkinliğimizde vermek istediğimiz mesaj, Özay yüzünden milyonlara ulaşamamış bulunmaktadır, çabamızın önü kesilmiştir. GPI'a selamlar.

Friday, September 24, 2010

Gıda Fuarı

Merhaba, bugün çalışmak için CNR'daki gıda fuarına gittim. Sadece köy bakkallarında bulunan Şimşek, Şenlik, Funda, Metin, Meltem gibi markaların açtıkları standları görmeniz gerekirdi, sanırsınız birer nutella bunlar. Mini etekli ve boya kutusuna düşüp canını zor kurtarmış kızcağızlarımız ''Şimşek bisküvilerinden tatmak ister misiniiiz'' gibi cümleler kuruyordu sağda solda. Bir de Uzakdoğulu arkadaşlar vardı yine standlarda, -bugüne kadar bize söylenen en büyük yalanların içinde PH 5.5, Antibakteriyel, Aleovera ve Jojoba kelimeleri geçiyordu demiştim bir kez, sanki bunu ispatlamak için aleoveralı içme suyu tanıtıyorlardı. İşte böyle, kimileri içme suyundan sıkılıp böyle bir şey icat etme gereği duymuş.
Bu fuarda hayatımda görmediğim kadar göbek gördüm diyebilirim. Bu insanların göbeklerinin boyutları iş adamı olmalarından mı kaynaklanıyor, yoksa gıda sektöründe oldukları için mi, işte bunu çözemedim. Tam olarak iş adamı diyemiyorum bu insanlara fakat kendilerini böyle tanıtıyorlar. Zira ''ben kişisel bilgilerimi veremem, şirketime danışmadan yardımcı olamam, aaa ben hiçbir yere imza atmıyorum'' triplerine girmişler bile. Fuarın girişindeki '' Fuara silahla girilmez'' uyarısı, bu göbekli insanları korkutmuş olabilir belki.
Bütün bunlara rağmen fuardaki tadımlık şeyler güzeldi diyebilirim. Çiğköfte falan vardı, 1 dakikada hazırlanan makarnalardan vardı. Aleoveralı suyu beğenmedim, çiğköfteyle pek iyi gitmiyor.

Saturday, September 18, 2010

İklim Treni Aktivitesi ve Evdeki Temizlik

Merhaba. Bugün Sirkeci'ye iklim treni gelecekti, biz de oraya gitmeyi planlamıştık birkaç gün önceden. Bugün Emel, Cengizhan ve gençlik ekibinden olduğunu düşündüğüm 2 kişi toplanıp gittik bu tren etkinliğine. Benim aklımda olan şey büyük bir kalabalık ve bu kalabalığa iklim değişikliği vs ile ilgili bir şeylerin öğretilmesiydi, ve birkaç etkinlik. Fakat yapılan tek şey balon şişirmekti. Evet, biz bugün iklim trenini görmek için Sirkeci'ye gidip balon şişirdik. Sonra da insanların tercih ettiği şeylere (organik yiyecekler, otobüs yerine tren, nükleer enerji yerine rüzgar enerjisi vs) yapışkan yapıştırılması gibi bir etkinlikle karşılaştık. Oraya da yapıştırdık yapışkanlarımızı neticesinde. Muhtemelen o tablo şu an çöpte falandır. Bunun dışında belirtmem gerekir ki, orada bizden başka balon şişirmek isteyen çocuklar dışında kimse yoktu.
Şişirdiği balonu yürüten Emel, o heyecanla telefonunu orada unuttu. Cengizhan'a kahve falı bakarken telefonunun olmadığını gören Emel büyük bir panik yaşadı. Paniği de sinir izledi, zira ortamda bulunan insanlar Emel'i sürekli bir iphone'u/ipad'ı/yedek rehberi olmadığı için suçladı. Evdekilerle iletişime geçmek isteyen Emel laptopunu çıkardığında ise, ''işte blackberry'n olsa laptopunu sırtında taşımazdın'' gibi cümlelere maruz kaldı. Sinirlendiği alnında beliren damarlardan anlaşılan Emel, macerasını, telefonunu gardan teslim alarak bitirdi.
Gelelim bizim temizliğe... İNANAMAZSINIZ. Dünyadaki en temiz ev şu an bizimki olabilir. Ama biz bu şekilde yaşamaktan çok korkuyoruz. Korktuğumuz şey, evi kirletme olasılığımız. Ben şahsen, 2 saattir tuvalete gidemiyorum. Saçlarımız dökülmesin diye bone takmayı düşündük, hatta saçlarımızı mı kazıtsak acaba diye sormadık değil birbirimize. Daha sonra ayağımıza galoş geçirme fikrine kaydı akıllarımız. Ne yapacağımızı bilmiyoruz. Sizi de şimdiden uyaralım, bize gelecekseniz önce banyo yapın, en temiz kıyafetlerinizi giyin, sonra da taşkınlık yapmayacağınıza söz verin. Evi kirletmenizden çok korkuyoruz.

Tuesday, September 14, 2010

Ayranımız yok içmeye..

Selamlar. Bu aralar çok saçma sapan yaşıyoruz. Öncelikle size evimizin durumunu anlatayım. Evimizi bok götürüyor desek yeridir, sayın okuyucular. Hani bizim dağınık insanlar olduğumuz zaten bilinen bir şey, ama bu dağınıklık falan değil, resmen pis olduk. Neden böyle oldu, nasıl bu duruma geldik bilmiyoruz, her şey çok ani bir şekilde gerçekleşti. Hadi onu da geçtim, dağınıklık durumumuz da devam ediyor. Bu da yetmezmiş gibi odamı yenilemeye karar verip eşyalarımı değiştirdim. Bu yaptığım için de odamdaki babaanne/eşşşek ölüsü eşyaları odadan çıkardım doğal olarak. Tek sorun onları dışarı atmamış veya satmamış olmam, hepsi koridorda ve mutfakta öylece duruyor. Çok ağır ve büyük oldukları için onlarla ne yapacağım konusunda bir fikrim yok. Şimdi işin en saçma kısmına geliyoruz. Böyle bir evde bir adet espresso, bir adet de filtre kahve makinesi var. Dağınıklık arasında kendilerini bulduğumuz vakit, onları çıkarıp kahve yapıyoruz. Yerlerde espresso kutuları dolaşıyor, bazen onlara tekme falan atıyoruz. Şimdi sizce de bu biraz 'ayranım yok içmeye, atla giderim sıçmaya' durumu değil midir? Neden iki tane kahve makinemiz olduğunu sormayın, onu anlatması gereken kişi bir başkası. Yaptığımız kahveleri içmek için bardak bile bulamıyoruz evin şu anki durumunda, ama yüzsüzce çekirdekleri öğütüp duruyoruz. Ancak tuhaf bir şekilde Mutlusel'in odası ve benimki gayet düzenli. Sanırım biz kendi alanlarımız dışındaki ortak alanları beynimizde bitirdik, böyle bir psikolojik sorunla karşı karşıyayız. Yanlış anlaşılmasın, '' aabi öğrenci evi işte'' triplerine girip elimize geçenleri dağınık ve pis olsun diye oraya buraya bilinçli olarak fırlatan insanlardan da değiliz biz. Dün gece lavabo taşmak üzere olduğundan, bir pompa yardımıyla deliği açtım ve sonrasında çekirdek öğütmek suretiyle kendime kahve yaptım.
Fakat üzülmeyin, yarın evde temizlik var, hem de gerçek bir temizlik makinesi tarafından gerçekleştirilecek. Bize gelmek için güzel bir fırsat, belki kahve yaparız.

Friday, September 10, 2010

Saçma sapan bir akşam

Merhaba. Dün eve bir geldim ki ne göreyim, Mutlusel'in eski sevgilisi Kerem bizde.Kerem de yeni birileriyle tanışırken benim gibi heyecanlanıp sağa sola bakınan bir insanmış.Saçma sapan bir tanışma faslından sonra Trivial Pursuit adlı oyunu oynadık.(Genel kültür oyunu gibi bir şey.) Mutlusel ve bana birer kez sıra geldi sanırım, çünkü Kerem üst üste bütün soruları bilerek oyunu 2 dk içinde bitirdi diyebiliriz.Hiç eğlenmedik galiba.Kendimizi biraz kültürsüz hissettik. Genel kültür sorularının hiçbirini bilemeyerek genel olarak bile kültürlü olmadığımızı anladık. Daha sonra Mutlusel'in ders aralarında bana ''mesela dünyadan birisi kaybolacak, sebze mi meyve mi? Ama sebze derken, patlıcan kızartması ve karnıbahar falan da yok, iyi düşün'' gibi sorular sormasının kaynağını öğrendim, zira Kerem de ''mesela sana helikopter veriyorlar, ama günde 2 kez Ankara'ya uçup helikopter müdürlüğüne imza vermek zorundasın, kabul eder misin?/ Mesela sana ev verecekler, ama karşılığında bir sene ekme bıyıkla dolaşmak zorundasın, naparsın?Ama iyi düşün, löp diye veriyorlar evi./Mesela şöyle bir şey varmış; sana aylık 2 milyar maaş veriyorlar, ama karşılığında haftada 5 saat sete gidip eskiden Yasemin Yalçın'ın canlandırdığı o bıyıklı, tek kaşlı karakteri oynayacaksın ve adını google edince görsellerde hep öyle bir fotoğrafın çıkacak, 25 sene sonra bile. Naparsın?'' gibi sorular yöneltti uzun bir süre. Helikopter müdürlüğü ne allah aşkına, niye imza veriyoruz oraya? Ayrıca ekme bıyık nedir? Cevaplarımı merak ettiniz mi? İlk soruya hayır, ikincisine evet. Evi satıp içinde yaşayacağım bir tekne almak isterdim. Diğerini bilemedim şimdi... OF!

Thursday, September 2, 2010

Sütlü Nuri

Merhaba, bir önceki yazıyı okuduysanız, Mutlusel'in tadilat sonrası atılacak birkaç eşyası olduğunu biliyorsunuzdur. İşte o eşyaları alması için bir spotçuyu aradığımı söylemiştim, ona beni Nuri'nin yönlendirdiğini ve eşyalarımızı almasını istediğimi belirttim. Daha sonra arayan bir adam, aslında Nuri'nin beni ona yönlendirmek istediğini fakat benim görüştüğüm kişinin kardeşi olduğunu belirtti. Sonra da ''yarın Nuri'nin evinde buluşalım'' dedi. ''Nereden bahsettiğiniz hakkında hiçbir fikrim yok'' dedim, zira Nuri'yi tanıma, onun evini bilme ve oraya gitme imkanımın bulunma gibi olasılıklara hayatımda yer olamazdı. Biraz ürkerek telefonu kapatıp çantama koydum. Kimdi bu Nuri.. Bizden ne istiyordu.. Evi yerden ısıtmalı mıydı, yazın rutubet alır mıydı.. Korkarım bu sorular hiçbir zaman cevaplanmayacak.
Bunun yanı sıra, Nuri'nin adamının almayacağı kesinleşen birkaç eşya kapının önünde duruyor.Yan komşu blogu takip ediyor olsa gerek, ne bize bir eşya bırakıyor artık, ne de bize sahip çıkıyor. Aksine bize düşman kesilmiş durumda. Önce her hafta başı toplanan ambalaj atıklarımızı saatinde çıkarmadığımız için azar işittik kendilerinden, şimdi de kapının önündeki bahsi geçen eşyaları her gün birer cm olmak üzere bize doğru ittiriyorlar. Bunları ya atın, ya da eve sokun der gibi. Belki de ''bizim verdiğimiz eşyalarla zengin oldular, şimdi de biz alalım diye kapıya eşya bırakıyorlar'' diye düşünmüşlerdir.Öyle bir niyetimiz yoktu oysa.

Friday, August 27, 2010

Daire 5'te Tadilat!




Daire 5'ten selamlar. Bugün bize gelmeyi düşünüyorsanız, lütfen bir kez daha düşünün, çünkü evimizde tadilat var. Daha doğrusu Mutlusel'in odasında olan biten her şey. Sabah tulumunu giyip gelmiş olan Çiğdem'e kapıyı açtığımızda, ''boyacı geldii'' dedi. Evet, Mutlusel'in odası boyanıyor şu an. Birazdan yükleyeceğim Mutu'nun boya yaparkenki resmine aldanmayın, yok öyle bir duvar boyama. Michelangelo bile Sistine Chapel'de böyle artistik şekillere girmemiştir. Bu kıza söylenmesi gereken, önce bir ampulünü değiştirmesi gerektiğidir.
Mutu kullanmadığı eşyaları atacağını söyleyince, hemen bir spotçu bulup aradım, gelip alır mısınız bunları demek için. Adam bana başka bir numara verdi, Nuri yönlendirdi derseniz yardımcı olur dedi. Aradığım adam sesimi duymadığı için, odanın ortasında ''NURİİİ, NUUURİ'' gibi farklı tonlamalarla nurilemeye başladım. İşte bu iletişim kopukluğu büyük bir eziyet gerçekten.
Ben bu satırları yazarken, boyacılarımız küçük bir kaçamak yaparak makarna yapmaya başladılar. Çiğdem gelip gelip, 'boyacılar bu odayı kaç saatte boyadılar acaba' tarzındaki sorularla, boyacılarla empati kurmaya çalışıyor. Kendisini bir hüzün kapladı, şu boyacı imajını üzerinden atması lazım, kendi sağlığı için. Veya boyayı fazla solumuş da olabilirler. Zira odada 'Afrika müzikleri' çalıyor. Bu cümleden de kültürsüz odunlar olduğumuz anlaşılmıştır herhalde, vuvuzeladan başka bir şey bilmiyoruz sanırım. Onun da modası geçti zaten.

Thursday, August 19, 2010

'Sıcak' üzerine bir nefret yazısı

Şu sıralar, geçtiğimiz aylarda Ankara'dan İstanbul'a gelip bende kalmış olan kuzenim için ne kadar gereksizce üzüldüğümü düşünüyorum. O gelmeden önce havalar gayet iyiyken, o geldiği anda yağmur başlamıştı ve o gidene kadar da dinmemişti. İşte bu iğrenç havalardan her bunaldığımda aklıma o 3 gün geliyor, keşke o günlere dönebilsek. Domuz gibi terlemezdik.
Sıcaktan nefret ediyorum arkadaşlar, hem de baya nefret ediyorum; öyle böyle değil. Bunu şu an çok sıcak olduğu için söylemiyorum. Kışın hep yaz gelecek korkusuyla yaşadığım gibi, ilkbaharı da yazın habercisi olduğundan hiç sevmem. Havalar azcık ısınmaya başlasın, içime bir korku dolar.İşte ben yazdan böyle nefret ederim. Denize gireyim, kumlarda yuvarlanayım, güneşte esmerleşeyim gibisinden isteklerim de olmadığından, yaz benim için daha da büyük bir eziyet olup çıkıyor anlayacağınız.
Daire 5'te yazlar çok fena geçecek gibi.Ne sıcağı olduğu belli değil, dışarısı bu kadar sıcak değil örneğin. Geceleri uyumak imkansız, vantilatöre kıçınızı dayamaya kadar gidiyor bu eziyetin sonuçları. Vantilatörün karşısına geçip saçma hareketler yapmak sadece kıçınızı oraya çevirmek değildir elbette, koltukaltlarımızı, ensemizi, hatta dilimizi bile ritmik hareketler eşliğinde serinletiyoruz bu yöntemle. Gece uyuyamadığımız için facebook'u piksellerine ayırarak inceliyoruz oturma odasında. Günde 10 kez duşa giriyoruz ama çıktığımız anda kuruyoruz tabi ki. Buna hangi şampuan, hangi sabun, hangi su dayanır? Üstünüzden çıkaracak herhangi bir kumaş parçası kalmadığından derimizi yüzmek istiyoruz. Uyumamız da çok canice oluyor haliyle, artık daha fazla terimizle uğraşamayacağımızı anlıyoruz, yani vücudumuz anlıyor, daha fazla facebooku inceleyemiyor gözlerimiz, daha fazla vantilatörün dibine dibine kaykılamıyor kaslarımız, göz kapaklarımız bile terden yapış yapış olmuş oluyor ve beynimiz hata verip baygınlık geçirircesine uyuyakalıyoruz. Bu uyuyakalış hali, taşın üstünde, pencere kenarındaki masada, koltuğun kenarında olabilir. Ben genelde bacaklarım koltuğun kolçağından sarkar halde uyuyakalıyorum, minderleri üst üste koyup başımın altına yastık niyetine koyuyorum ve ağzımı açık buluyorum uyandığımda. İşin kötüsü uyanmamız da sıcaklardan dolayı oluyor sanırsam. İyi terlemeler...

Sunday, August 8, 2010

Ahlak Polisi Giresunlu Emmi

Merhaba canlarım. Birkaç gündür Yağmur ve Buğra bizdeydi, bu ikisi ihtiraslı bir aşk hikayesinin baş kahramanları bu arada. Benim de aşk hayatım oldukça ihtiraslı olduğundan, Mutlusel daha fazla dayanamayıp 'evde çift eksik olmuyor, bir de yedek getirdik' diyerek çirkefleşmeye başladı. Mutlusel'e buradan 'bana bir koca lazım' adlı parçayı hediye ediyorum.Trivial Pursuit oynarken de çiftler olarak takım olmamız, Mutlusel'in yalnızlığıyla bir kez daha başbaşa kalmasına neden oldu.Bu nedenlerden dolayı iyice kafayı sıyıran Mutu, çareyi kadınlar plajına gitmekte buldu. Sonra da utanmadan erkekler plajıyla umutsuz ev kadınları plajını ayıran brandanın deliklerinden er kişileri dikizleyip, ''erkeeeeek'' diye bağırıp kaçtığını açıkladı.
Evdeki hareketli hayatımızı kıskanan üst komşumuz, bugün bizi ziyaret eden Şeyma adlı arkadaşımıza, ''Bu ev 2 kişi tutulmuştu, şimdi kimin girip çıktığı belli değil'' diyerek sitem etmiş. Ben de kendisiyle kavga etmek için en pis halimi takınıp tam bir gangaster gibi evine gidip yakasına yapışmayı aklıma koydum. Fakat ahlaktan sorumlu bu beyefendinin karısı, insan olmadığından, kapıyı açmadı. Sonra kendisini bakkalda görüp aklımdaki şeyleri birer birer söyledim, bunu yaparken tek elim belimdeydi, diğer elime ait olan işaret parmağımı da burnuna doğru sallıyordum. Akşam kapımıza gelen bu yaratık, aslında ahlak bekçiliği yapmadığını açıklamak için, ''ben apartmanımıza bomba koymak isteyenlere karşı dikkatli davranıyorum sadece, Allah korusun, böyle şeylerle sıksık karşılaşıyoruz'' dedi. En azından biz öyle anladık, çünkü konuşmasını anlayabilmek için birkaç dil biliyor olmak gerekiyor en azından. Nereye sık sık bomba konuyormuş, bizim dandirik apartmanımıza neden bomba konmak istensin, bunları anlayamadık. Sonra da asıl bizim ondan korkmamız gerektiği sonucuna vardık. Neyse, Allah korudu da etrafta bomba türü herhangi bir şey olmadığını bir-iki kez sağa ve sola bakarak kavradık. Oysa ki bir an Şeyma'dan şüphelenmiştik.
Bugün bir referandum gerçeğiyle karşılaştım. Çalışırken kadının teki, 'sen referanduma evet mi diyeceksin yoksa hayır mı? Ona göre seni dinleyip dinlememem gerektiğine karar vereceğim' diyerek kötü kötü baktı suratıma, pis pis de sırıtmaktaydı. Ben de bunun kişisel bir görüş olacağını ve yaptığım işle hiçbir alakasının olmadığını açıkladım. Fakat kendisi çok ısrar edince cevap vermek zorunda kaldım. Şıkları aklımda eledim; hayır/evet/yetmez ama evet/boykot. Sonra da cevap verdim. Cevabım hoşuna gidince de destekçi oldu. Adresini verirken de ''Namazgah sokaaak. Hahahaaayt, çok dinibütün bir mahalleyizdir, sokağın ismine bak ayol, hay allah'' diyerek dini görüşünü de açıklayarak beni büyüledi. Gerçekten etkilendim.
''Bizim kızı da yazdıralım, bizim oğlanı da götürelim, bizim çocuğu da oraya verelim, bizimkinin onlardan ne eksiği var '' düşünce biçimini hayat felsefesi olarak kabul etmiş aile babalarına bayılıyorum. Bugün onlardan bir tanesi, 7 yaşındaki kızını destekçi yaptı. Ayrıca belirtmeliyim ki, bu 7 yaşındaki kızın bir hotmail hesabı da vardı. Farmville, Barbie çiftlikte, Ken'in Mercedes'i, Power Puff Girls mailleri arasından Greenpeace Akdeniz bültenini ayırt edemeyecekler kuşkusuz, ona yanıyorum. Sonra da bizi arayıp bültenleriniz gelmiyor diye bir yığın sorun çıkaracaklar.

Monday, August 2, 2010

Diş

Merhaba. Mutlusel geldi. Kapkara olmuş, görmek isterseniz bize gelin.
Bugün dişim çok ağrıyor, diş hekimi arkadakileri de porselen yapalım dediğinde terslemiştim kendisini. Keşke terslemeseymişim. Ağrıdan geberirken kafamdan bir sürü şey geçti, dişime ettiğim küfürler arasından seçebildiklerimin kimi, kaçıncı yüzyıldayız, hala diş ağrısı diye bir şey var tarzı sitem cümleleriydi. Gerçekten, adamın kolundan aldıkları dokuyla penis falan yapıyor bu insanlar, bir de diş ağrısına bir şey bulsalar ya. Bence yapılabilir, ama o zaman da dolgu, kanal tedavisi, porselen, köprü, kaplama, protez, diş temizletme, diş çektirme, diş fırçası, diş macunu, diş ipi, gargara, diş beyazlatıcı ve benzeri milyonlarca şeye talep olmazdı.
Mükemmel bir mekanizması olduğu idda edilen insandan daha mükemmel şey köpek balığı. Dişleri habire dökülüp yenileri çıkıyor, daha sağlıklı bir şekilde. Köpek balığı olmak için her şeyimi verebilirdim şu an.
Türk olduğum için olsa gerek, çenem kopmadan dişçiye gitmeyeceğimi idda ediyorum.

Thursday, July 29, 2010

ET

Merhaba. Şu an yazdığım şeyi, Emel'in ev arkadaşı Pelin için yazıyorum, buradan duyurmak istedim. Neden derseniz, Emel dün bize gelmişti. Pelin de ''artık yaptıklarınızı blogdan takip ederiz'' demiş.
Şöyle başlayayım, dün ızgarada et yapacak idik.Et almaya giderken çok heyecanlandım, çünkü uzun süredir et bizim için aşırı lüks bir şeydi. Et sevmiyorum gerçi, ama olmayınca kıymete biniyor bazı şeyler. Hemen Mutlusel'e mesaj attım şu an et alıyoruz diye. O da ''dikkat et, daha sonra 3 liralık Nefisss Et'e dönünce miden bozulur, iyi çiğne'' dedi. 3 liralık Nefisss Et dediği şeyde 50 tane köfte var ve dananın pipisinden bile yapılmıyordur herhalde, o kadar iğrenç.
Sonra da yemek yediğim sırada ''Şu an ağzımın içinde et var'' diye haber verdim Mutu'ya. Fırsatımız olunca çok görgüsüz olabiliyoruz, napalım?
Emel bizi çok pis buldu arkadaşlar. Eve girince ilk lafı, sanki masum bir öneriymiş gibi, ''evinizi temizlesenize'' oldu. Bence ev temiz. Hele salondaki sehpanın üstünü temizleyince çok daha temiz.
Bir de Emel'in vejeteryanlık anlayışını anlayamadık biz.(Sen anlayabildin mi Pelin?) Tavuk yedi kendisi.
Gece de hem üstünü örttü Emel, hem de vantilatörü çaldı. Ben de geri almaya çalışınca ''Nüvövevaa'' dedi, ne olduğunu anlayamadım. Sonra ''verin ya'' demek istediğini belirtti neyse ki. Vantilatörü alırsam nefessizlikten ölebilirmiş, sanki vantilatör oksijen sağlıyor, allah allah. Sonuç olarak vantilatör alındı, Emel ölmedi ama sabah geç kaldı galiba.

Monday, July 26, 2010

Greenpeace'ten küçük bir istek

Selam size okuyucular. Bugün bazı konularda isyan etmek için yazıyorum.Az önce yeni bir takipçimin olduğunu gördüm. Biraz profilini incelemek istedim, ordan oraya geçeren bloglardan birini adı dikkatimi çekti.Şimdi adını vermeyeyim, ama bulmak çok zor olmasa gerek çünkü sadece 4 tane takipçim var.Blogunu okuduğumda çok sıkıcı olduğuna karar verdim. Sonra baktım ki PCnet dergisi mi ne, bu bloga yer vermiş dergisinde. Hayır, bu insanlar bu blogları nereden buluyor da bunlarla ilgili dergilerinde bir köşe ayırıyorlar? Veya böyle meşhur olmak için biz ne yapmalıyız? Şimdi popüler kültürün bir parçası olmak istemediğimi söylerdim ama kedi ulaşamadığı ete ne der biliyorsunuzdur. O yüzden buna hiç değinmeyeceğim. Üstelik bahsettiğim gibi bu blogda çok da ilgi çekici şeyler yazmıyordu, bilindik şeyler işte, babaya isyan falan. Bu doğum günümde de yanımda değilsin vs.
Ya biz ne yapıyoruz? Çok çılgın şeyler yazıyoruz, toplumsal mesajlar veriyoruz, sosyolojik konulara değiniyoruz. Aşk var, terk edilmek var, ihtiras, öfke, isyan...Ne ararsanız var. 4 takipçiye sahipmişiz gibi görünse de bizi seven milyonlarca kişi olduğuna eminim. (evet, kesin vardır...)
Bunun dışında canımı sıkan bir konu daha var. Az önce Hare markalı likörün yeni bir ürünü için isim bulma yarışması olduğunu gördüm, ödülü de Antalya'da bilmem ne otelinde, ki kendisi 5 yıldızlı, 3 günlük bir tatilmiş. Hemen tıkladım ve karşıma çıkan sayfa her zamanki gibi şuydu: '' Katılımlar için teşekkür ederiz, bla bla.'' Neden bütün isim bulma, logo keşfetme, oylama, en güzel yorum, en güzel slogan, bedava bilet yarışmalarının bu kısmında ortaya çıkıyorum? Neden bir kere de bu tür şeylere katılamadım, ödül alamadım? Hadi ödülü geçtim, yarışmanın sonunu bekleme heyecanını bile yaşayamıyorum. Otellerin yıldızlarını da, kendilerini de sevmem çünkü ne kadar çok yıldız varsa o kadar otel içinde tıkılı kalmaya zorlanıyorsunuz. Bir oteldeki tek işe yarar şey klima oluyor, o da benim kişisel tercihim, sıcaktan nefret etmemden ötürü. Bunun çözümü de böyle sıcak yerlere gitmemek, 5 yıldız değil. Bunları beni yanlış anlamayın diye söylüyorum, Antalya'ya veya yıldızlara veya otellere bayıldığım için değil isyanım.
(Otel demişken, bugüne kadar kaldığım en güzel yer Fethiye'deki CC's adlı şipşirin ve uygun fiyatlı pansiyonumsu yerdi. Giderseniz oraya uğrayın.)

Şimdi ben ne mi istiyorum? Greenpeace Akdeniz dergisinde ve aylık bültenlerde benim bloguma yer verilsin istiyorum. Madem onlar PCnet dergisine çıkıyor, ben de benden olan bir şeyde yer almalıyım en azından. PCneti de sevmem zaten. Ne dersiniz Emel, Özay, Bilge, Burak ve diğerleri?

Sunday, July 25, 2010

Mağduriyet

Selam. Çok mağdur bir haldeyim. Bildiğiniz gibi Mutu tatile gitti, ben burada kaldım. Olan yine bana oldu, ödemediğimiz faturalar nedeniyle medeniyetle ilişkim kesilmek isteniyor.Bugün en doğal hakkım olan doğal gaz kesildi, soğuk suyla duş almak zorundayım. Belki de yarın da elektrikler kesilir, belki de bir daha görüşemeyiz. Bundan tabi ki bir ders çıkardım ve artık faturaları biriktirmeme kararı aldım. 3 faturadan sonra çok cıvıklaşıyor olay, iyice sarkıtıyorsunuz. Enerji [D]evrimi biraz da bizim evde gerçekleşsin, en azından elektriksiz kalmayalım. Biliyorum şu an saçmalıyorum, neyse bir soğuk duş alıp kendime gelirim birazdan.
Bugün çalışmada ne oldu biliyor musunuz, bir çiftin yanına gidip anlatmaya başladım. Kadın hayatında ilk kez duymuş olmalı bu tür şeyleri, çok şaşırarak forma sarıldı dört elle. Sonra erkek arkadaşı ben düşünmüyorum deyince çok sinirlendi. '' Ercan, bana bak, cimri misin nesin, çabuk dolduruyorsun o formu, çok fena yaparım. Ercan bak beni sinirlendirme, hemen at o mesajı, onay koduna kadar göstereceksin kıza. Cimri gibi davranma Ercan, delirttin beni Ercan.'' diye diye adama form doldurttu, zorla. Çok süperdi, işte o masada çok eğlendim. Ama adama o kadar acıdım ki bir an, daha sonra arayıp biz sizin formu iptal ettik, gözlerinizin dolmasına dayanamadık, kız arkadaşınıza haber vermeyeceğiz merak etmeyin demek istedim. Bir de ayrıca kadın şöyle bir şey söyledi: ''Sizin neden reklamlarınız dönmüyor televizyonda, çocuklar duymasın her gün ekranlarda mesela.'' İlk başta anlamadım ama 'çocuklar duymasın'dan kastı Unicef adlı şeymiş.
Son olarak her gün yaşadığım bir ikilemden bahsetmek istiyorum. Minibüse bindiğimde boş koltuk yoksa, şoförün yanındaki pufumsu şeye oturmak isterim hep. Oturulacak kadar geniş olanlara zaten otururum da, bazıları cidden çok küçük duruyor. Otursam mı, oturmasam mı karar veremiyorum. Ya adam kalk oradan derse, ya popom sığmazsa diye korkuyorum. Popom küçük olduğu için ilk seçenek daha önemli aslında. Ama yine de popom sığmazsa da utanıp kalkamam, böyle de bir şey var. Nefret ediyorum o küçük puflardan.
Mutlu kalın.

Thursday, July 22, 2010

Mutlusel üzerine

Merhaba. Mutlusel blogumuza küsmüş biliyor musunuz? Çünkü bu blogu ikimizin maceralarını yazmak için açmıştım. Mutlusel blogun amacından çıktığını ve artık greenpeace günlüğü gibi bir şey olduğunu savunuyor; yalan. Ben aklıma gelen şeyleri yazıyorum, bence Mutlusel blog yazmayı unuttuğu için kendi suçunu bastırmaya çalışıyor. Benim görevim okuyucularımın istediğini vermektir, hayret bir şey.
Ayrıca Mutlusel şu an tatilde. Ben burada kıçımdan ter akarak yaşamaya çalışırken, vantilatörün düğmesini 2'ye getirmemek için kendimi parçalarken, o denize girip serinliyor ve bu şekilde konuşması hoş değil, evet biraz kıskandım. Bu sene ilk kez tatile gitmedim çünkü. Ama her an gidebilirim tabi ki.
Yine de Mutlusel çılgınını özlemedim değil. Bizim ev Mutlusel'siz çok salak olmaya başladı. Kediyle de tek başıma uğraşmak zorunda kaldım, o ayrı.
Dostlar inanın Mutlusel olmadan hiçbir şey yapasım yok. Fıldır fıldır gezmeyi biliyorum gerçi, ama eve gelip bulaşık falan yıkayasım gelmiyor hiç.
Mutlusel, While you are away, my heart comes undone.

Tuesday, July 20, 2010

Size bir iş teklifim var!

Selam. Benim bir derdim var, bunu çözebilecek olan kişiye para ödülü verebilirim, veya maaş bağlarım. Durum şu; bizim mutfakta duran bir çamaşır makinemiz var. İlk eve taşındığımızda makinemiz yoktu ( ki ilk dediğim; 4-5 ay makinesiz durduk ) ve evin her tarafı çamaşırlarla doluydu. Hadi benimkiler yıkanıyordu ama Mutlusel'in artık giyecek bir şeyi kalmadığından her gün Marmara Butik'ten yeni kıyafetler almak zorunda kalıyordu. Bu işe bir son verip Onur'ların eski makinesini eve getirttik. Bir sürü hayalimiz vardı ama 1-2 ay boyunca Onur'un, oğlundan ayrıldıktan sonraki gün sabahtan bu yakaya geçip piposunu fırlatmaya ve bana küfretmeye üşenmeyen babası, çamaşır makinesini ben bağlayacağım dediği halde bir türlü gelemedi. Artık canımıza tak edince annemden makineyi bağlatmasını istedik. Çünkü bizi hep kazıklamaya çalıştılar bu konuda.
Makineyi bağlamaya gelen adamı yazıklar köşesine oturtmak istedim inanın. Bu kadar mı yazık olabilir bir insan? 90 yaşında, bağıra çağıra konuşan bir herif bu. Makinenin borusuyla gider borusu birleşemeyince boruyu yalayan bir insandan bahsediyorum. Çok profesyonel. Ayrıca kendisi annemin omzundaki kelebek dövmesini görünce '' Niye çaktın o böcüğü?'' diye sordu.
Neyse, sonuçta makine bağlandı, adam içeride makinenin borularını yalaya yalaya takabilmesinin coşkusunu yaşarken, biz de Mutlusel ile içeride sevinçten koltuktan koltuğa atlıyor ve temiz çamaşır kokusunu burnumuzda hissetmeye çalışıyorduk. Ama makineyi denediğimizde çalışmadı. Profesyonel makine bağlayıcısı makineye tekme atınca azcık çalışır gibi oldu, bu sefer de kapağı ya kapanmıyordu ya da açılmıyordu. Sonuçta makineyi oğluna devretti ve ertesi gün makinemiz bağlanmış oldu ve çalışıyordu.
Şimdi '' ve sonra her gün çamaşır yıkadık'' diye bitirmem gerekiyor ama yapamıyorum. Çünkü Mutlusel çamaşır yıkadıktan sonra onları balkona asıyor ve 1 ay orada kalıyor bu çamaşırlar. Sonra 3-4 gün yağmur yağdıktan sonra çamaşırları toplamak için balkona geçiyoruz. Arada çürüyüp düşenler oluyor, alt komşu düzenli olarak getiriyor bu çamaşırları. Yani biz sadece çamaşır yıkayıcılarız; toplayıcı değiliz. Öncelikle, bizim için çamaşır toplayacak bir emekçiye ihtiyacımız var.
Şimdi geliyorum benim sorunuma. Ben geçen gün ilk kez çamaşır yıkadım. Daha sonra çamaşırı çıkartmadım makineden. Unuttum. 2 gün öylece beklediler yuvarlak camdan dünyayı seyrederek. Daha sonra aklıma geldiğinde çok geç olmuştu, o gün iş vardı ve kıyafetimi giymek zorundaydım. Aceleyle çıkardım kıyafetleri, aman tanrım ne pis kokuyorlardı. Küflenmeye başlamışlardı sanırım, havasızlık ve nem bir araya gelince. Korkuyla iş t-shirtümü titreyen ellerle burnuma götürdüm ve yıkıldım. Onu ütüledim, kuruttum, üstüne parfüm boşalttım, havalandırdım, camda silktim. Aklıma gelen her şeyi yaptım ve biraz da olsa kokusu gitti. Ama diğer çamaşırlar boklu boklu kaldılar öyle ve tekrar yıkamaya atmak zorunluluğu ağır bastı. Ama atamadım çünkü yine çıkarmayacağımı biliyordum. En iyisi bütün gün evde olduğum bir zaman yıkayayım da, çıkarıp asmak için bir bahanem (ve zamanım) olsun dedim. Arada 3 hafta geçti. ÇAMAŞIRLARIMI YIKAYAMIYORUM. Ayrıca yıkasam ve çıkartsam da asmayacağımı biliyorum. Allah rızası için, çamaşırlarımı yıkayacak, zamanında makineden çıkaracak ve asacak, sonraki gün de toplayacak biri çıksın. Parası neyse veririz.

Monday, July 19, 2010

ayrılığın en ızdıraplı yanı eşya exchange'idir

Merhaba. Birkaç haberim var. Onur'dan ayrıldığım için eşyalarımı babası ile bizim eve bırakmış, babası şerefsiz diyerek, sabahtan yazdığım ''pipomu istiyorum bir tek'' yazısını buruşturarak atmış, sonra da özür dilemiş. Bu ne?
Şimdi bir sürü saçma ve güzel eşyam var. Ama Onur nedense benle hiç alakası olmayan bütün eşyaları da toplayıp yollamış.Bence bahar temizliği yapıyorlar, kilere atılmayan her şeyi bana postaladılar. Çünkü saçma sapan vesikalıklar ve daha önce görmediğim GS formaları falan var. Hangisini nereye tıkıştıracağımı şaşırdım. Niye yollandığı belli olmayan kravatı eve yeni gelen küçük kediye oyun olsun diye bir yerlere astım, ondan kurtulduk. Ama diğerlerini ne yapacağımı bilmiyorum. Sevgilisinden ayrılanlar için eski-sevgilinin-eşyalarını-satma sitesi diye bir şey varmış. O siteye girip satışa mı çıkarsam? İnsan neden duvarındaki penguen resmini söküp bana yollar? Veya Kinder Surprise'den çıkan oyuncakları? Odasının ampulünü? Tatildeyken tanıştığımız bir adamdan alınan kartviziti? Geri dönüştürülebilecek olan her şeyi attım ama ortada kalan şeyler var. Kimisi de para edebilecek şeyler. Bu konuyu sahibinden.com'a falan danışmam gerekiyor.
Peki Onur'un gizlice msn'imi açması, konuştuklarımı sessizce takip etmesi ve sonra Ezgi beni aldatıyor diye sohbet günlüğümü kopyala yapıştır yöntemiyle facebook'taki arkadaşlarıma yollamasına ne demeli? Evet biraz utandım, çünkü konuşmamın bir yerinde Şirinler'in 3 boyutlu filmi çıkıyormuş, ben Şirinler'e bayılırım demiştim.
Bu sabah çok tuhaf şeyler oldu ayrıca, ama galiba anlatırsam olmaz. İçinde meme var bu olayın. Hayır benle alakalı değil.
Ben çok mutluyum biliyor musunuz? Hayatımda hiç bu kadar mutlu olmamıştım. Umarım siz de çok mutlusunuzdur.
Ha son olarak, Mutlusel küçükken portmanto kelimesini pertmento diye telaffuz ediyormuş.

Monday, July 12, 2010

Mısır teorisi

Bugün hepinizi şok edecek olan bir teori ortaya atmak istiyorum. Bu benim uzun zamandır düşündüğüm ve fakat Onur ve Burak dışında kimseye söylemediğim bir şey. Mısır yiyerek hiçbir yere gidilmez. Yani şöyle düşünün, mısır yiyerek bir yere gidiyorsunuz, o andaki ifadenizi ve yaptığınız eylemi gözünüzün önüne getirin. Ne kadar ciddi olabilirsiniz? Ne kadar ciddi işleriniz olabilir veya ne kadar ciddi bir işi halletmeye gidiyor olabilirsiniz? İsterseniz çok pahalı bir takım elbise giyiyor olun, isterseniz elinizde süper pahalı bir cep telefonu olsun ve şirketinizde olmakta olan çok önemli şeyler hakkında bir tartışmada olun; mısır yiyerek bunu yapıyorsanız, ciddiyet konusunda hiçbir yere varamazsınız. Mısır yerken ciddi ve karizmatik olabilen tek insan Burak, gerçi bu onun kendi iddası...
Bu bahsettiklerim suda haşlanmış olan mısır için geçerliydi.O ateşte kararmış mısırlardan hiç bahsetmiyorum zaten, hem ciddiyet sıfır, hem de dişinizin arasında siyah siyah şeyler kalacak.

Sunday, July 11, 2010

Çok dokunaklı bir blog daha

Gelen yoğun istek üzerine, bu blog hem daire 5'in fıstık kızlarının maceralarıyla, hem de benim çalışırken yaşadığım absürd şeylerle alakalı olacak (o halde.) Bugün boğaz çalışması vardı, yani İstinye sahiline gittim. Defalarca karşılaştığım bir tepkiyle yine karşılaştım. O da şu: ''Sen bu işi parayla yapıyorsan, yani hem okuyup hem çalışıyorsan seni dinleriz.'' Bu insanlara olay sadece para değil, ben uzun zamandır greenpeace destekisiyim, şimdi de böyle bir işte çalışıyorum dediğimde, ''hıı olmaz o zaman, ben ihtiyaçta yapıyorsun sanmıştım'' diyorlar. (HA?)Bu da çok saçma. Yine bugün sıra sıra uğradığım mekanlardan tekinde bir adam ''aaa sizden de kurtulamıyoruz, önce çay bahçesinde yakaladın beni ve hayır dedim, sonra restoranda yakaladın, şimdi de tavla falan oynamaya geldik ve yine sen!'' dedi. İçimden bütün gün orada burada gezeceğine yararlı bir iş yap bari demek geçti ama diyemedim, kolay gelsin dedim yine. En saçması da şuydu sanırım; yine adamın teki ''greenpeace silahlı bir örgüt olmadıkça destek vermeyi düşünmüyorum'' dedi, ve gayet ciddiydi. Aslında olabilir, tüm bu insanların kafasına silah falan dayamak isteyecek kadar sinirleniyorum bazen. Ama yine de hiçbir zaman bugün keşke çalışmasam veya çok yoruldum dediğim olmadı. Ayrıca 6 günde 25 destekçi yapmanın keyfini anlatamam sanırım, nihayetinde bu saçma sapan tüketim toplumunda, hiçbir derdi olmayan ve verdikleri para/ilgi karşılığında o anda ellerine somut bir şey geçmesini bekleyen insanların arasında kendimi yabancı gibi hissediyorum, bu süper bir şey. Ve çoğu insanın da ellerinde o anda hissedebilecekleri, dokunabilecekleri ve görebilecekleri bir şey istediği için bizi dinlemediğini düşünüyorum, çünkü onlar sadece bir şeyler satın almak istiyor.

Saturday, July 10, 2010

Bugün karşılaştığım paranormal olaylar

Ezgi'den selamlar. Bugün çalışma sırasında çok tuhaf tepkilerle karşılaştım, bunları daha sonra unutmamak için ve insanların ne kadar gerizekalı olduğunu görebilmeniz için şu anda yaptığım şeyi yapmaktayım, siz de okuyun üşenmeden. Bir barda çalışırken önce ''izin'' almamız gerekiyor, izin aldığımız sırada garsonlardan teki gelip BEN PUNKÇIYIM diye göğsünü açtı. Çok mantıksız. Daha sonra oranın sahibi önceden izin alındığı ve orada çalışma yapıldığı halde ''ben sizi tanımıyorum, izin de vermedim'' diyerek bizi çıkardı. Birisi 'krempiis ne?' dedi. Daha sonra adamın green'i okuyamayıp peace'i okuyabilmesi dikkatimi çekmedi değil. Sadistin teki de beni sonuna kadar dinleyip ''ooh evet evet orkinosların katledilmesi şu an bütün gecemi mahvetti!'' diye bağırıp telefonunu -destekçi olmak için- çıkardı, bütün işlemleri gerçekleştirdikten sonra onay mesajına evet yazarak cevap vermesi gerekiyorken, telefonu masaya fırlatıp '' hayır, onay mesajına cevap vermiyorum, ben vazgeçtim'' diyerek beni masasından kaldırdı. Dün Emre Altuğ ''hükümet zaten askeri gücünü kullanarak Türkiye'ye nükleer santral inşaa etmek isteyen Rusya'ya izin vermeyecektir ki!'' dedi. Sonra da bu salağın fikrini değiştirmek için 2 saat konuşmak zorunda kaldım ve geciktiğim için azar işittim. Sonra.. Cihangir'in en pahalı yerlerinden tekinde, ki kendisi lüks bir otelin barı oluyor, şarap şişesi açtırırken ''ben öğrenci olduğum için maddi durumum hiç iyi değil'' diyen o kız vardı, onu boğmak istiyorum. Bugün karşılaştığım en güzel insan, çok korkunç bir birey olan, şişman ve metalci, kapkalın sesli Hızır adlı bankacıydı. İşte onu alnından öpmek istiyorum.
Okur mu bilmiyorum ama takım liderim olan mükemmel insan Burak'ı da çok seviyorum. Bunun bugün bana hediye ettiği t-shirtle hiçbir alakası yok, yolunuz greenpeace ofisine düşerse, kendisini ziyaret edip elini falan öpün. Ama çok da rahatsız etmeyin.
Ayrıca bana hangi okulda okuyorsun ve bölümün ne diye soran insanların, Fransızca hede hödö cevabını aldıktan sonra ''voulez vous danser avec moi? / parlez vous français mademoiselle?'' gibi sorular yöneltmesinden aşırı derecede sıkıldım, c'est pas genial du tout.
He ayrıca, benim hiç konuşmayan, daha doğrusu konuşmaya üşenen bir insan olduğumu düşünenler, beni tekrar yüz yüze gördüğünüz vakit çok şaşıracaksınız. Bu yüz yüze projesi sayesinde -veya yüzünden- saniyede 700 kelime türetebilen bir insan oldum.

Saygılarımla.

Sunday, July 4, 2010

Tasarruf Günleri

Merhaba, bugün size paranızı nasıl cebinizde tutabileceğinizi anlatacağım. Tasarruf önemli şey.
Bunu yazma nedenim şu; bugün İstinye Park'a çalışmak için gittim. Meğer orada çalışma yokmuş ama konumuz bu değil; sonuç olarak yaklaşık 1 saatimi İstinye Park'ın gerizekalı havasında geçirdim. İnsanların sahip olmak için para dökmek zorunda olduğu şeylere beyinsiz gibi baktıklarını fark ettikten sonra, tüketim çılgınlığına nasıl direnebileceğimiz hakkında bir yazı yazma gereği duydum.

Öncelikle İstinye Park'a gitmeyin. DİA çok güzel.

İstinye Park'taki bir dükkanda karşılaştığım şey şu; basit bir TÖRPÜ'nün bile binlerce çeşiti var. Yok camıymış yok bilmem nesiymiş... Bunlarla -ve makinür tarzı şeylerle- ilginiz olmaması için tırnaklarınızı yiyin.

Stres atmak için alışveriş merkezlerine akın etmeyin. Parka gidip çay için, çayı da termosta götürmek bir sonraki seviye olabilir.

Makyaj malzemelerinin zararları hakkında bir sürü yazı okuyun. Örneğin rujun içerdiği saçmalıkları okuduğumdan beri rujum bitti-rujum silindi gibi salak dertlerim yok.O da yetmezse o her gün kullandığınız ve fakat sizin suratınızda meymenet olmadığı sürece hiçbir boka yaramayan kozmetik ürünleriniz için kaç tane hayvan denek olarak kullanılırken acı çekerek can veriyor, bunu araştırın. Eğer çok kalas biriyseniz ama yine de bu tasarruf işi size hitap etmekteyse, bu sefer de makyaj malzemesi almak yerine tester dediğimiz şeylerden yararlanmayı deneyin. Ama sizden önce sivilceli pis bir insan onları kullanmışsa, sorumluluk benim üstüme kalmasın.

Örneğin bir işiniz çıktı ve alışveriş merkezlerinden tekine -nedense- gitmek zorunda kaldınız. Vitrinlere bakarken gördüğünüz her şeyin sizin olması gerektiğini düşünmekten vazgeçin. Onlar orada duruyor. İşte.

Marka giyinmek istiyorsanız, Marmara Butik'e gidin. Hem marka giyinin hem de 1tl'ye sahip olun bu markalara.

Evlenin.

GDO'lu ürünlere akın edin, öyle ekolojik pazarlarmış falan, bunlarla uğraşmayın. SİZ FAKİRSİNİZ.

Dışarıda 15 tl'ye makarna yemeyin, çünkü amacınızı biliyoruz; sadece çukur tabakta yemek istiyorsunuz o dandirik gıda maddesini. 1 tl'ye alın, kendiniz evde yapın. Pazardan aldığınız çukur tabakta tadını çıkarın.

Tansaş vb kazıkçı marketlerde kilosu 9 tl olan kirazın üstüne tükürüp, cuma pazarının kurulmasını bekleyin.

Pazar kurulduğu gün biraz sabırlı olup, akşam 6-7 gibi hazırlanın ve pazara koşun. 3 tl'lik karnıbaharı 1 tl'ye alın.

Otobüse orta veya arka kapıdan binin, para vermeyin.

En kolayı da, terk ettiğiniz odaların ışıklarını kapatın. Kullanmadığınız suyu açmayın. Gibi.

Bu uyarılarımı dikkate alırsanız sizin de ordan buraya gitmez, gezip dolaşmak, biraz sulu bira içmek için paranız olabilir. Ama günün birinde sahip olduğunuz tüm paranın IETT ve DIA'ya gittiğini fark edince bana ve kaderinize kızabilirsiniz. Hayatınızda paranın satın alabileceği başka hiçbir şey olmayacak çünkü. Neyse o zaman da destekçimiz olursunuz bari.

Saturday, July 3, 2010

ezgi acar'ın iddialarına tokat gibi cevap


merhaba, ben mutlusel. sanıyorum ezgi acar'ın asılsız iddialarından sonra bana bir cevap hakkı doğdu. şu an buraya onlarca saldırgan cümle sıralayabilirim ama yalnızca tek bir soru soruyorum, lütfen elinizi vicdanınıza koyup yanıtlayın:

SİZCE EZGİ'NİN TÜM BU ASILSIZ İDDİALARI ORTAYA ATMAK İÇİN BENİM SİVAS'A GİTMEMİ BEKLEMESİ YALNIZCA BİR TESADÜF MÜ?

hiç sanmıyorum.

şimdi size bir kaç alakasız konudan bahsetmek istiyorum. bu alakasız konuları birbirine bağlamam imkansız olduğundan aktarımımı maddeler halinde yapacağım.

1.BU EVDE BANTLAR HANGİ AMACA HİZMET EDİYOR?

belki içinizde bilmeyenler vardır, bu yıl İKSVnin caz festivali görevlisi olarak seçtiği prezentabl kişilerden biri benim. bu yüzden bir caz festivali afişi edinmem kaçınılmazdı. nitekim afişi 26 haziran gecesi george dalaras konseri ardından eve getirdim. yer bulunamadığı için kapının girişinde bulunan ve üzerine bir şeyler bırakılan koltuğa bıraktım. afiş o gün bugündür orada yatıyor. bunun sebebi gayet evde bant bulunmaması veya bizim üşengeçliğimiz olabilirdi. evet olabilirdi, eğer ezgi bir kaç gün önce tam bir sanat düşmanı gibi lezzet sofrasının broşürünü odalarımızın arasındaki duvara yapıştırmasaydı.


3. ÇEVRE SORUNLARINA DUYARLIYIZ

çevre sorunlarına duyarlı olduğumuz için evde yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz şey var.

Friday, July 2, 2010

ilk çalışmamızdan izlenimler

Merhaba, bugün Onur'la birlikte Greenpeace'in yüzyüze projesinde çalışmaya başladık. Gün sonunda fark ettiğimiz şey şu; entel veya zengin görünen herkes gerizekalı birer manda. Bu tanıma kimler giriyor? Saçında bandana, çiçekli etek, tiril gömlek giymiş ve kitap taşıyan kızlar, boynunda fular olan benim şile bezi dediğim halk arasında adının ne olduğunu bilmediğim kumaştan yapılmış gömlek veya pantolon giymiş, çarıklı, uzun saçlı/sakallı erkekler ve iş adamı tipli takım elbiseli şişman insanlar.15tl'lik bira içip kredi kartı kullanmıyorum veya maddi durumum kötü demek nedir salak, istemiyorum de biz de siktirip gidelim.
Aslında sizi hiç dinlemeyecek dinlese de anlamayacak gibi görünen tüm destekçilerimize de sevgiler buradan.

Thursday, July 1, 2010

RFF: Random Facts File

Bugün belirli bir konudan bahsetmek istemiyorum, aklımda 2 şey var. Mutlusel'in evde olmamasını fırsat bilerek size bir konuda ılmak istiyorum. Eminim ki Mutlusel diye birinin olmadığını sananlar var içinizde, çünkü sürekli benim bloglarımı okuyorsunuz. MUTLUSEL VAR. Belki de onun çok meşgul bir insan olduğunu düşünüyorsunuz, o yüzden yazacak fırsat bulamıyor, veya unutuyor olabilir. İşte şimdi gerçekleri açıklama zamanı. Mutlusel, benim gibi akıcı ve komik blog yazamayacağını düşündüğü için yazamıyor arkadaşlar... Bunu bana kendisi söyledi, kendimi beğenmişlik falan yapmıyorum. Üstelik bilgisayarında yarım bırakılmış bir çok blog gördüğümü de eklemem gerek. Çok kasmış ama sonunu etkileyici bitiremediği için yayınlamaktan korkmuş, altından kalkabilir miyim acaba diye soğuk terler dökmüş. Ondan sonra da, o meşgul biri gibi görünürken ben boş gezenin boş kalfası gibi her gün blog yazıyorum. İşte artık evimizin hiç konuşulmayan ama herkesin bildiği sırrını siz de öğrendiniz.

Gelelim ikinci konumuza. Bugün msn'den Ece adlı arkadaşımız bir ricada bulundu. Kendisinin uzun süredir blogumuzun gerçek bir takipçisi olduğunu biliyorduk zaten. Daha önceki yazılarımdan birinde geçen ''yazıklar köşesi'' teriminin anlamını sordu. Gerçi yazıklar köşesi diyeceğine ''ziyanlar köşesi'' dedi, o ayrı. Olsun.
Yazıklar köşesinin ilk temelleri geçtiğimiz ekim ayında atıldı. Yine her yazımızda lafı eksik olmayan komşularımızın bunda etkisi büyük... Kapının önüne biz alalım diye çöp biriktirmelerin yeni başladığı dönemdeydik... Sehpamsı, ne olduğu bugün bile anlaşılmayan bir şey bıraktılar önce, bir de sanırım üstüne koyalım diye bir fil biblosu. Geçtiğimiz aylara kadar evdeki en lüks şey o fil biblosuydu. Sonra günlerden bir gün, Mutlusel yolda oyuncak satan bir adamdan sırf çok acıdığı için zıplayan bir kanguru oyuncağı almış. (Acıdığı şey adam değil, kanguru.) Bizim böyle saçma sapan şeylere içimizin parçalanması gibi lanet bir huyumuz olduğundan, yüreğimizi dağlayan ve bakıp bakıp '' yazıııık'' dediğimiz her şeyi bu fil biblosunun sağına, soluna, arkasına, önüne, üstüne, hortumuna ve hatta dişlerinin arasına sıkıştırmaya başladık. İşte yazıklar köşesinin hikayesi budur... Biraz melankolik olalım, biraz ağlamaya ihtiyacımız olsun, hemen kafamızı sağa çeviririz ve çilekeş dostlarımızı dertlerimizi paylaşmak üzere orada hazır buluruz...

Şimdilik veda etmek zorundayım sevgili dostlar, çünkü annemin geçen sene 5tl'ye aldığı KAWAİ -olmayabilir, salladım- marka anteninin resim koyma bölümüne, mutlusel'in saçma sapan bir resmini koymak üzere harekete geçmek üzereyim. ''Resim denmez, fotograf denir!'' diye bana sitem ediyor olabilirsiniz, yok; bu tür antenin içine geçmeli şeylere fotograf değil, resim diyoruz.

Sunday, June 27, 2010

Emin İgüs'e rezil olmak

Ezgi'den sevgilerle. Bugün çok utandım. Sabah Mutlusel mesaj attı, ''bugün Nazım'da, Nazım Kumpanya'nın konseri var, Emin İgüs de gelecekmiş, seni tanıştıracağım'' dedi. Tabi çok mutlu oldum, çünkü uzun zamandır konserine gitmek istiyor ve fakat sürekli kaçırıyordum. Akşam oldu, Onur'la gittik Emin İgüs'le tanışmaya. Konserden sonra Mutlusel ve Adem'le birlikte Emin İgüs'e yanaştık, Adem ''bir arkadaşım sizinle tanışmak istiyor'' diye beni çekiştirdi. Oraya giderken aklımda bir sürü şey vardı söylemek istediğim, ama gerizekalı bir Melih Gökçek sırıtışı suratıma yerleşmiş olduğundan mıdır yoksa heyecandan mıdır bilemiyorum ama hiçbir şey söyleyemedim. Adam doğal olarak ortak bir ilgi alanı bulmaya çalışaraktan ''müzikle mi ilgileniyorsunuz?''dedi. Sonradan keşke ''hayır ama dinlerim'' gibi bir şey söyleyip en azından espri yapmış olsaydım dedim ama aslında ''hayır'' demekle yetindim o an. Hadi bu neyse. Adam ''niye benle tanışmak istediniz'' diye sorduğunda yine bir şeyler geveledim ve Emin İgüs abi hiçbir şey anlamadığından '' benimle tanışmak istediğiniz için teşekkür ederim'' dedi. Buna cevap olarak ne denir, bunu analiz edelim. Normalde -birazdan yanlış yazacak olabilirim ama google edemeyeceğim şu an- estafurullah denmeli burada sanırım, rica ederim biraz saçma da olsa kullanılabilir. Ama ben tahmin edebileceğiniz gibi ''önemli değil'' dedim. Birkaç kez kendi etrafımda dolandıktan sonra sandalyelerin arasından kaçarak uzaklaştım. Halbuki müziğini çocukluğumdan beri çok sevdiğimi, ismimi Ezginin Günlüğü'nden aldığımı söyleyecektim ve bu geceyi unutmayacaktım, ama şimdi düşünmeye bile utanıyorum. Salak ben. Tarkan görmüş 13 yaşında kız gibiydim.

Wednesday, June 23, 2010

Kaslı Ablalar

Merhaba blog. Ben Ezgi. Bugün spora başladım. Şu an her yerimin ağrıması yetmiyormuş gibi Mutlusel'in saçma sapan konuşmalarından dolayı bir de başım ağrıyor. ''Tansaş'ta kıtır tavuk alana çıtır tavuk 5tl'ymiş.'' ''Hadi inegöl köfte alalım.'' ''Sanki makarna alsak yoğurt da almayacağız.''
Kendini koltuktan koltuğa atmalar..
Hayır yani, bu kadar kalori yakmış bir insana inegöl köfte teklif edilir mi? Ayrıca ben şu an kıtır, çıtır veya inegöl derdinde değilim, yarın her tarafım acayip ağrıyacak, onun derdindeyim.
Zaten spor salonunda kaslı kaslı abilerin yanında gerizekalı gibi hareketler yaptım. Para yatmamış meğer, kontorum olmadığını ''durun annemi arayayım, parayı o yollayacaktı'' dedikten sonra fark edip, annemi arıyormuş gibi yaptım.
Yedek spor ayakkabısı getirmek yerine, spor ayakkabımı giyerek salona gittiğim için ayaklarımın altını viledaya sildim. Dambılları kaldırırken kollarım dambıl dambıl sallandı. Daha ne olsun?
Ama neyse, herkesin bir ilki vardır diyor ve bu bölümü geçiyoruz.

Siz bu yazıyı okurken ben muhtemelen inegöl köfte yiyor olacağım.

Friday, June 18, 2010

Prenses Günlükleri

Selam.Ben Ezgi.3 gün önce Fransız Sarayı'ndaki kokteyle çağırıldık. Davetiyelerimiz e-mail olarak geldi. Son ana kadar gitmeyeceğimi düşünüyordum ama davetiye geldiği gün bir çılgınlık yaparak olumlu yanıt verdim.
Bugün kokteyl günüydü. Şimdi sizlere kokteylden izlenimlerimi ve oraya ulaşana kadar çektiğim çileleri anlatacağım.
4 gibi evden çıktım, koskoca Fransız Sarayı'na gidiyordum ve fakat davetiyem e-mail ile gönderilmişti. Evden çıkarken prenses gibi hissetmeme karşın, ozalitçiye gidip davetiyenin çıktısını almam gerekliydi. (Evet, bu kısmı daha da absürd olmak için yazdım, aslında kırtasiyeye gittim.) Otobüse yetişmek için rüzgarda uçuşan elbisemi tuta tuta koşuştururken bir yandan da küfrediyordum. Davet etmeyi biliyorsunuz, bari gelin evden alın. Tamam onu da geçtim, bir servis falan yollatın bari. Çok lüks bir şeye gerek yok, minik tombul servislerden de olurdu.
Otobüse yetiştim, binerken yine bir prenses edasıyla süzülüyordum. Az kalsın akbil basmayacaktım. Akbilimin bakiyesinin yetersiz olduğunu görünce gittikçe prenseslikten uzaklaştığımı fark ettim. Sonra da verdiğim paranın üstünü unuttuğum için şoförden azar işittim. Ben otobüsün sıcağında kavrulurken, Hatipoğlu'ndan alışveriş yapmış olan teyzeler bana alaylı alaylı bakıyorlardı, çünkü onlar bile evlerine klimalı servislerinin sağladığı konforla gidiyorlardı.
En sonunda ulaştım Taksim'e. Terden yapış yapış olmuştum. Diğerleriyle buluştuk ve saraya doğru yürüdük. Davetiyesizler de içeri sızınca boşu boşuna ozalitçiyle muhattap olduğumu anlayıp üzüldüm.
Neyse, gelelim saraya. Şunu söyleyebilirim ki, hiçbir haltı yok. Ama bedava şarap-rakı-cin tonik-martini faslı güzeldi. Yine de yanlışlıkla karides yemek çok üzücüydü!
Sonuç olarak, bugün saçma sapan bir organizasyonun içinde buldum kendimi. Ne müzik vardı ne bir şey. Fransızlar bu işi bilmiyor
.

Thursday, June 17, 2010

Pocahontas Olmanın Bedeli

Selam sevgili takipçiler. Bugün Mutlusel'i mutlu etmek uğruna katlandığımız şeylerden bir örnek vereceğim sizlere. Bizimki tutturdu ''ben Pocahontas olacağım'' diye. Kahverengi tuhaf bir elbise aldı ve azcık güneşte yandı diye Pocahontas olmaya karar vermiş. Sonra google görsellerden Pocahontas'ı arayınca hiç de alakası olmadığını fark etti. Bir an acaba Cleopatra'ya mı benziyorum diye düşünüp, Pocahontas olma fikrine geri döndü. Odasına gidip saçını ördü, kafasına bandana takıp ''ben Pocahontas'ııııım'' diye salona geldi. Oturma odasındaki yazıklar köşesinde duran (yazıklar kösesine sonra geleceğiz) fil biblosunu aldı ve onunla saçma sapan resimlerini çekmemi istedi. Şu an Pocahontas temalı 30 adet fotograf cep telefonumun bünyesinde bulunduğundan mesajlarıma bile zor giriyorum. Kapladığı yerden değil de, olayın saçmalığından dolayı. Neyse, o geceyi öyle atlattık, Pocahontas konusu pek açılmadı sonradan. Mutlusel'in bana yazdığı notları Pocahontas diye imzalaması dışında yani. Gelelim bu fotografçılık deneyimimin bedeline. Filin hortumunun üstünde duran pek değerli kolyemin süpürge tarafından çekilip çöpe gitmesi. Daha fazla konuşamayacağım.

Bu arada Bursa'da bir adam varmış, kendisini Kızılderili şefi olarak ilan etmiş. Daha doğrusu Türklerin Kızılderili'lere çok benzediğine karar verip onlar gibi yaşıyormuş. Kafasında bir sürü tüy var ve çadırda yaşıyor, barış çubuğunu tüttürüyor. Gazetelere falan da çıkmış. Tek sorun bunları Bursa'da bir apartmanın önünde yapıyor olması. Her neyse, Facebook'tan buldum kendisini. Şöyle bir mesaj gönderdim:

''Merhaba, benim bir sorunum var. Arkadaşım Pocahontas olduğunu idda ediyor. Ona göre Pocahontas'ın ruhu kabilesinin isteğiyle kendi vücuduna girmiş durumda. Gün geçtikçe daha çok Pocahontas'a benzemeye çalışıyor. Onun için endişeleniyorum. Böyle bir şey mümkün mü? Ayrıca Pocahontas gerçek bir kişilik mi bilmiyorum. Lütfen yardım edin, insanlar dalga geçer diye kimseye söyleyemedim.''

Ertesi gün çok teknolojik olan Kızılderili Reisi, derhal cevap atmış:

Kızılderili Reisi 02 June at 09:57

Selam,
Arkadaşınızın kendisini Pocahontas olduğunu iddia etmesi yanıltıcı. Ancak Pocahontas gibi iyi yürekli ve yardımsever olduğunu iddia etmesi doğru bir düşüncedir. Örneğin ben Kültür kızılderilisi olduğumu söyleyebilirim. Ancak ,ben Gerçek Oturan Boğa'nın kendisiyim dersem yanlış olur. Türk ve Kızılderili kültürleri çok benzeşir. Sadece doğa ve Yaratılan varlıklara olan sevgileri çok daha fazladır. Bence kendini ona benzetebilir,ancak ben Pocahontasım derse komik olur düşüncesindeyim. Sana ve arkadaşına sevgiler.

Gerisini size bırakıyorum.

Monday, June 14, 2010

postmodern bir karşıduruş


merhaba, ben mutu. şüphesiz artık benim de bu sayfaya bir kaç cümle yazmam gerekiyordu. ancak ne yazacağımı bir türlü bilemiyordum. hala da bilemiyorum, yine de size evimize dair bir kaç tanıtıcı bilgi vermek istiyorum.

Bildiğiniz gibi bir insanın evinin dekorasyonu kişiliğini yansıtır. Biz de ülkemizde medyaya karşı olan politik tavrımızı belirtmek için şöyle bir dekorasyon yaptık--->

Sanırım bu konuda diyecek çok şey yok. Postmodern sanat böyle bir şey çünkü.

Balkondaki Hain Dutlar

Merhaba herkese.
Geçenlerde 5 aydır bağlanmayan çamaşır makinemiz bağlanıyorken, yine o başımızın belası komşu apartmanın içinde kızlaaaar, heey kızlaaar diye bağırmaya başladı. Biz kapıya çıkınca da '' balkona hiç çıkmıyor musunuz siz?'' diye sordu. Önce balkonun pisliğinden şikayet edecek sandık, biraz çekindik. Meğer bahçedeki dut ağacının dalları bizim balkona ulaşıyormuş, onun da canı çok dut çektiğinden toplamayı önerdi. Sonra da az önce ''ben dut yemek istiyorum'' demek için kapımızı çaldığını anlamamışız gibi konuyu saptırarak ''siz de geri dönüşüm yapıyor musunuz'' falan dedi. Neyse, ertesi gün Mutlusel evde yokken bir dut keyfi yapayım dedim. Balkona çıktım, makarna süzgeçiyle dut topluyordum. Sonra yemek üzere olduğum dutun üstünde yaprak olduğunu sandığım bir şey gördüm, meğer çekirgemsi bir şeymiş. En büyük korkumun böcekler olduğunu söylememe gerek var mı bilmiyorum. O korkuyla makarna süzgeçini falan da balkondan aşağı fırlattım. (Artık makarnayı, tencereyi hafif eğik tutup lavabonun içine dökmemeye çalışmak suretiyle süzüyoruz.) Her neyse, bugün bu korkumu yenmem gerektiğine karar vererek yine balkona çıktım. Mutlusel ve Onur, Mutlusel'in gıcırdayan iğrenç yatağını sökmekle meşgulken, ben de dutları önce kontrol etmek kaydıyla topluyordum. Sonra elimi arı soktu. Elimi arı soktu dediğimde, evdekiler yatağın benim vahşi şartlar altında zehirlenerek ölmemden daha önemli olduğuna karar vererek ses çıkarmadılar. Yalnızca Mutlusel ''heh kaşı kaşı o mikroplu tırnaklarınla'' diye bağırarak yatakla ilgilenmeye devam etti. Ben de gittim elime yoğurt sürdüm.Şu an elimin üstünde bir tutam yoğurt var. Yoğurdu severim ama böcekleri sevmem. Sanırım onların da benle bir derdi var.

Saturday, June 12, 2010

Dikiş makinesinin hazin sonu

Merhaba, ben Ezgi. Üstünden yaklaşık 1 ay geçmiş olmasına rağmen size dikiş makinesiyle ilgili olan maceramızı anlatacağım. Şimdi çoook eskilere gidiyoruz.. Yan komşunun atmak istediği saçmalıkları bize kakalamaya başladığı zamana. Her şey bir fil biblosuyla başladı, sonra sehpamsı iğrenç bir şeyle devam etti, çalışma masası, çay fincanı, dondurma kasesi derken, onlara bizim iç işlerimize karışma hakkı verebilecek her şey evimize girmişti. Sonra bir gün kapının önünde bir dikiş makinesi bulduk ( Evet artık bunları ister misiniz diye sormaya da gelmeyip yalnızca kapının önüne koymakla yetiniyorlar. ) Hemen içeri aldık tabi, çünkü dikiş makinesini satacaktık. Önce gittigidiyor'dan aynı makinenin fiyatına baktık. Biz 100tl'ye satarız diye düşünürken, makinenin fiyatı 15.000 tl çıkmasın mı? Tabi ki delirdik. Hemen plan yapmaya başladık. İnterrail paramız çıkmıştı, artık Tansaş'tan bir şey alırken fiyatına bakmayacak, aynı ürünü diğer markalarla karşılaştırarak vakit kaybetmek zorunda kalmayacaktık.Önümüzdeki 2 gün dikiş makinesini yer yer okşayarak, yer yer öperek geçti. Sadece kapladığı yer nedeniyle sinirlenmeye başlıyorduk. Neyse, pazartesi geldi ve okuldan sonra antikacılara gitmeye karar verdik. Nereye sorsak, biz onu almayız diyordu. Bazıları da 50 tl vermek istedi. Umudumuz yavaş yavaş tükenmekteydi. Gördüğümüz tüm antikacıları tükettikten sonra başımız yerde eve gittik. Dikiş makinesine çok sinirlendik ve onu koltuğun arasına sıkıştırdık. İnternete verdiğimiz sayısız ilanlarla kimse ilgilenmedi. Aradığımız ve mail attığımız müzayedeciler de ona kimse ilgi duymaz dedi. Komşuya mı noldu? O da artık bizim dışarı attığımız çöpleri evine alıyor.