tag:blogger.com,1999:blog-22681870593924264362024-02-20T10:39:05.928-08:00Les DuplexiennesAnonymoushttp://www.blogger.com/profile/03739716070624660015noreply@blogger.comBlogger62125tag:blogger.com,1999:blog-2268187059392426436.post-42533363529221991342014-07-19T20:09:00.001-07:002014-07-19T20:10:29.941-07:00Kargalar başta olmak üzere çeşitli hayvanlar<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
Merhaba. Adeta ben uyuyamayayım diye (hem iç hem dış) kozmosdaki tüm unsurlar bir araya gelmiş gibi. Ben iki senedir uyuyamıyorum, çünkü benim iki senedir bahçemde iki bin tane karga var ve bu iki bin karga "karga bokunu yemeden" lafını onamak adına her sabah beşte avazı çıktığı kadar bağırıyor. Ben iki senedir kargalara çok sinirliyim. Ben kargalara çok sinirli olduğum anlarda aslında yıllardır ağzını açıp da beni ısırma zahmetine bile girmeyen zavallı sivrisinekçiklere de çok sinirleniyorum, zira az önce bir tanesi burnuma girdi. Ama bütün bu hayvancıklar beni uyutmadıkça ben birçok başka şeye de çok sinirleniyorum. Mesela hayata çok sinirleniyorum. Mesela eşekler gibi çalışmaya, bazen çalışırken gözyaşlarına boğulmaya, karşılığında kiramı bile zar zor karşılayan bir ücret almaya, kiramı karşıladım derken internetimin borcundan ötürü kesilmesine, efendime söyleyeyim; bir tanecik faturayı ödeyemedim diye elektriğimin gitmesine, hepsini hallettim derken alt komşumun aidat istemesine çok sinirleniyorum mesela. Yalnızca temel ihtiyaçlarımı dahi zar zor karşılayarak bok kokusu içinde bu saçma sapan yerde yaşamanın bu kadar zor olmasına çok sinirleniyorum. Yaptığım işler karşılığında kestiğim faturaların katma değer vergisi ve stopaj adı altında yarısının vergi olarak gitmesine sinirleniyorum. Türk Dil Kurumu'nun şapka kanununu bu kadar muallakta bırakmasına epey sinirleniyorum ben. Gece susadığımda evde su olmamasına, sabahları dolapta kahveye koyacak süt bulamamaya, uzay çağında hâlen de/da/ki'leri doğru kullanamayan insanlara çok sinirleniyorum. Sabahları haber okurken sinirleniyorum, akşamları Kurbağalıdere'nin bok kokusuna sinirleniyorum. Bütün bunları annem okuyup da "yaa, işte hayatı öğreniyorsun kızım" diyecek diye kendi kendime sinir oluyorum. Hayatta olmak bu kadar zor olmamalı.<br />
<br />
Yine de hayatı çekilebilir kılan şeylerden biri galiba etrafımı sarıp bütün uzuvlarıma nüfuz etmeye çalışan hayvancıklar. Kargaların iki senedir devam eden beynime girme çalışmaları bir kenara dursun, ağzıma giren kurbağadan, (biraz önce) burnuma giren sivrisinekten, günlerce kanadı kırık diye sakınıp sakladığım ve nihayetinde boğazıma kaçıp ölen sinekten haberiniz vardır. İşte böyle çeşitli saçmalıklara, akşamları içtiğimiz şarapların dandikliğine, tanıdığım tüm güzel insanlara, bahçedeki kaplumbağaların çiftleşmesine falan gülüyorum epey. Sırf kondisyon aletlerinde yaptıkları saçma sapan muhabbetleri dinleyeyim diye sabahları gidip parkta oturuyorum mesela arada sırada. Bir saat sonra kargaların ortadan kaybolmasıyla ötmeye başlayacak kumruları çok seviyorum sonra. Yani çabalıyorum anlayacağınız. Şapka kanununa bile güldüğüm oluyor, ne yalan söyleyeyim. Beni tam bir sene sonunda blog'uma yeniden yönelten kargalara teşekkür ederim, iyi sabahlar.</div>
Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/03739716070624660015noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2268187059392426436.post-13081228851097183832013-08-18T09:33:00.002-07:002013-08-18T09:33:57.591-07:00Tatil yerlerimizi eleştiriyorum<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
Merhaba. Kısacık bir İzmir tatilinden döndük, hem eğlendik hem üzüldük.<br /><br />Öncelikle bu benim uzun süre sonra ilk deniz-güneş-kum tatilimdi. Aslında denizi de güneşi de kumu da tatil kapsamında hiç sevmem ama herkes denize gidince biz de bunaldık İstanbul'dan işte. Fakat tabi ki aksilikler yine peşimi bırakmadığından ve yola çıkmadan önceki gece kilometrelerce bisiklete binip rüzgarı bünyeye iyice yedirdiğimden dolayı sabah kalktığımda boynum ve sırtım tutulmuştu.<br />
<br />
Ertesi gün ağlaya ağlaya ve sırtımda sıcak su torbasıyla arabaya bindim ve yola çıktık. Yanımıza almamız gereken en önemli şeyi almamıştık oysa; MÜZİK. Bu yüzden bir hafta boyunca ben diyeyim Virgin Radio, siz deyin Metro FM, Power Fm, hep bunlarla geçti günlerimiz. İnsanlar gerçekten bunlarla kirletiyorlar mı beyinlerini? Artık Selena Gomez'in 2 (iki) adet şarkısını bilen bir insan olarak hayatıma devam etmek zorundayım. Tam da mezun olup yüksek lisans yapmayı planlarken hem de.<br /><br />Ben tatil boyunca hiçbir zaman deli gibi eğlenemiyorum. Bunun ilk nedeni gittiğim her yerin inanılmaz pis olması. Mavi bayraklı diye övündüğümüz plajlarımız pislik dolu mesela. Gerçekten merak ediyorum, kimsenin mi gözüne batmıyor sahillerdeki pet şişeler, sigara paketleri, efendime söyleyeyim, sigara izmaritleri falan? Yoksa ben mi çok uzak kaldım sahillerden de bütün bunlar normalleşti? Şöyle temiz, böyle muhteşem, böyle dünyada bir tanecik dediğimiz her yer bok içinde affedersiniz. "Alın sahilleriniz sizin olsun o zaman, biz de ören yerlerimizi gezeriz" desek, yine aynı şey.<br />
<br />
İzmir de, maşallah, ören yeri cenneti. Efes'e gitmeden önce başka antik şehirleri de gezdik, kahrolduk gezerken. Antik tiyatronun taşlarının arasında kirli günlük ped vardı mesela. Elbette kilisenin duvarlarının "HASAN (KALP) ESMA" yazılarıyla döşeli olduğunu söylememe gerek yoktur. Yani azcık değerli olsa o yerler gözünüzde, gidip pedinizi orada değiştirmezsiniz, değil mi? Madem o kadar değersiz şeyler bunlar, ne diye 36 derecelik bir havayla boğuşurken onca yolu tepip de oralara çıkarsınız ki? Bunca zahmet niye yani?<br />
<br />
Bir de şu şezlong vs almasanız da 20-30 lira vererek girdiğiniz plajlar var ya, çok sinir bozucu değil mi? Hayır yani, neyini satın alıp sahip oluyorsun ki oraya? Aynı suda iki kez yıkanılmaz ki. Herkes gerizekalı gibi iki adımlık yere tıkılmış, Power FM eşliğinde denize giriliyor. Kimse de demiyor ki biraz ileri gideyim de boğulup kurtalayım şuradan; herkes hâlinden memnun gayet.<br />
<br />
Son günümüz de Kuşadası'nda geçti. Tüm yazlık yerlerin salak gibi öğlen 12'de plaja (beach) inip bronzlaşmak adına güneşin tüm zararlı ışınlarını emip bitiren aptal kızları, akşam olduğunda topuklu ayakkabıları, makyajları ve şıkır şıkır gece kıyafetleriyle gecelere akıyor. Belki de bir tek bana tuhaf geliyorduk ama yazık yere giderken "dur çantama bir de gece elbisesi ve ona uyan ayakkapı/el çantası koyayım" dediğimi hayal bile edemiyorum ben mesela. Zaten gecelere aksan da yine Power FM, ne yani?<br />
<br />Bütün bunlar olurken benim boynum hâlâ tutuktu ve şu anda da öyle, ama tüm engellere ve üzücü şeylere rağmen çok keyifliydi. Nispeten çok sakin koylar bulduk, zeytin ağaçlarının altında yemekler pişirdik, Şirince'de şarap içtik, köylü bir teyze tarafından kazıklanıp dağ kekiği almak zorunda kaldık. İstanbul'a döndüğümüze üzülmedik değil; ancak en azından Radyo Eksen'e kavuşmuş olduk.<br /><br />Öperim.</div>
Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/03739716070624660015noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-2268187059392426436.post-57909604289840742302013-01-31T13:34:00.001-08:002013-01-31T13:34:56.907-08:00Akraba, Akraba Çocuğu ve Aile Salonları<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
Merhaba. Az önce biricik dostum Çiğdem'in, evlerine gelen 'akraba' nitelikli misafirlerle yaşadığı küçük macerayı okudum. Çiğdem yazısını ''söz, ben ileride kimsenin akrabası olmayacağım,'' diyerek sonlandırmış. Cidden ne pis bir şeydir akraba öyle, yani akraban olmasa yüzüne bakmayacağın adamla yüz göz olmak zorunda kalıyorsun. Ne bileyim elini falan öpüyorsun. Küçükken altıma işedim diye beni ''Şaban amcaya'' vermekle tehdit eden, büyüyünce de ''bak kızım mutlaka oyunu MHP'ye vereceksin'' nasihatlarında bulunan, misafirlikten evimize dönerken ardımızdan 'kurt' işareti yapan bir akrabam var mesela. Normal şartlar altında neden böyle bir insanı 23 senedir aralıklarla görme ihtiyacı hissedeyim ki? Tabi artık büyüdüm; hiçbiriyle bir bağlantım kalmadı, ama sonuçta hayatımızda var bu akraba dediğimiz insanlar. Ne bileyim, anneannemden teyzemden falan bahsetmesem de, annemin halası, annemin kuzeninin kocası falan gibi insanları bir şekilde tanımak zorunda kalmışım, bir de ciddiye alıp ziyarete falan gitmişim, oturup muhabbet etmişim.<br />
<br />
He, bir de akraba çocuğu diye bir şey var ki, hiç sormayın. Bizim akrabaların çocukları hep belalı olur. Mesela ben küçükken her fırsatta beni bıçaklamaya çalışan bir Ahmet vardı. Hadi bu yine neyse; 3 yılda bir görürdüm Ahmet ve ailesini. Fakat OGÜN dediğimiz bir olgu vardır ki, çocukluğumu zehir etmiştir. Hani bir şekilde seri katil falan olup çıksaydım, bütün sebebi bu çocuğun bilinçaltımı ve çocukluğumu zehirlemiş olması olurdu. Ogün dediğimiz akraba çocuğu ile aramızda bir kan davası sürdü yıllarca. Sürekli beni sıkıştırıp ''kızım senin bağırsaklarını sökücem, senle aynı okula yazdırtıcam kendimi, hep eteğini açıcam, sonra da bacağını koparıcam'' falan gibi şeyler söyler, beni çok korkuturdu. Hatta bu akrabalarımızı ziyarete gidiyorsak, annem asla bana haber vermezdi. Ben gezmeye gittiğimizi sanırken kendimi hep Ogün'ün odasında bulurdum.<br />
<br />
Hadi akrabadır, düğündür, sünnettir falan, büyüdüğümüz için bunlardan bir nebze kaçabiliyoruz. Ama yaşantımızın her anında bizimle olan bazı olgular var. Bu olgular AİLE APARTMANI, AİLE SALONU ve HOP AİLE VAR başlıkları altında incelenebilir.<br />
<br />
Bu ''aile bilmem nesi'' olgusu çok acayip. Bu olguya göre tek yaşayan erkek ve kadın genelde kötüdür, mutlaka günah işlerler. Bu iki cins yan yana gelirse zaten çok günah olur, hatta apartmanın namusu bozulur. Aile apartmanına kiracı aranıyorsa 'temiz bayan', 'işi gücü belli erkek' aranır (evet bu kelimelere rastladım ben ev ararken). Fakat yine daha önce başıma geldiği gibi, ev sahibimin evimi basması, evimi yakmakla tehdit etmesi, sokaklarda atletini yırtarak 'orospu bunlar' diye bağırması, benim erkek arkadaşımın evde olmasından daha kötü değildir. Çünkü orası bir aile apartmanı, onun bir ailesi var ve aileyi kötü güçlerden, ahlaksızlık ve namussuzluktan korumak onun görevidir. Aile adına her şey mübahtır.<br />
<br />
Her neyse, işte böyle. Sarhoş olunca ''önce aile kurumunu yıkacaksın hacı'' diyerek politik görüşünü ortaya koyan herkese yürekten katılıyorum. Artık işkembecilerde aile salonu görmek istemiyorum; istiyorum ki bir işkembe salonuna gidip içimden geldiği gibi sevişebileyim. Ne bileyim, bir pideciye gidip en vahşi cinsel arzularımı tatmin edebileyim. Yıllardır ''Aile Salonumuz Vardır'' tabelası yüzünden yapamadığım her şeyi yapmak istiyorum.<br />
<br />
<br /></div>
Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/03739716070624660015noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-2268187059392426436.post-87458191664661320022013-01-07T06:32:00.001-08:002013-01-07T06:32:50.418-08:00'ÇEVİRİ' ya da 'What other people think I do, what I really do..'<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
Merhaba. Bugün kar yağıyor, bugün herkes ''kar izlerken bilmemne yapmak'' diye keyif dolu cümleler kuruyor. Ben de bugün evde çeviri yapıyorum, diğer günler gibi. (Öyle günde sayfa sayfa çeviri yaptığımı da sanmayın; böyle bir şeyin başına oturup saatlerce uğraşmak benim için çok zor.)<br />
Her neyse, ben de bir an ne yaptığıma bakayım dedim. Sıcacık kahvemi almışım, battaniyenin altındayım, arada kar seyrederek çeviri yapıyorum. Yani dışarıdan görünen hal bu. Peki aslında ne yapıyorum? Öncelikle o kahve, çevirdiğim denizci şiveli adamların cümleleri arasında soğuyup bok gibi bir şey oluyor, köpük möpük kalmıyor. Arada kafamı kaldırıp yağan kara baksam da, aslında kar mar görmüyorum dostlarım. Aslında ben, gemilerden ve denizcilikten bir bok anlamadığım için, bilmem ne direğinin, bilmem ne yelkeninin ne olduğunu, ne işe yaradığını falan düşünüyorum. Esasında, denizin ortasında kalmış kahramanımızın dengesi ne zaman geminin hareketleriyle bozulsa, bizim Humphrey ne zaman ıslansa, ben de onunla birlikte üşüyorum bu karda kışta. Çişim geldiği halde kalkıp yapamıyorum, çünkü kalkarsam bir daha buraya oturamayacağımı biliyorum. Hatta bu yazıdan sonra o gemiye uzun süre dönemeyeceğim sanırsam. Geçenlerde Mutlusel ile konuşuyorduk, ''ben de işte çeviri yapıyorum,'' dedim. ''Çeviri yapıyorum dediğin, 5 dakika çevirip, yarım saat facebooka bakmak, değil mi?'' dedi de, biraz rahatladım. Hepimiz böyle yapıyoruz galiba. Hatta derste profesyonel çevirmen, yaptığını açıklayabilendir, demişlerdi bize. Bence profesyonel çevirmen, facebooka falan bakmadan en az 1 saat boyunca çeviri yapabilendir!<br />
Sınıf arkadaşlarım beni anlayacaktır sanırım. Çeviri yaparken etrafınızda çöpten bir çember oluşur. Çöp dediğim şey, çeşitli kitaplar, sözlükler, kahve bardakları, telefon, çakmak, battaniye, çorap falan gibi saçma sapan, o anda ihtiyacınız olabilecek, sizi yerinizden kaldırabilecek şeyler. Arada bunların hepsini teker teker elinize alır, kullanırsınız, sonra da yakın bir yerlere bırakırsınız. İşte böyle bir çemberin içindeyken battaniyeye sarılı olmanız, kahve bardağınız, yağan kar, hiçbir şeyin bir anlamı yok.<br />
Neyse, yine de sevdiğimiz, anladığımız bir şeyleri yapıyoruz. Ya muhasebeci falan olsaydık? Şimdi hala kullanılıyor mu bilmiyorum ama ben küçükken muhasebeciler ETA diye bir program kullanıyorlardı mesela. Dışarıda lapa lapa kar yağarken battaniyenin altında ETA'yla uğraşmak daha kötüdür eminim.</div>
Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/03739716070624660015noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2268187059392426436.post-54433325952970472422012-12-15T08:38:00.003-08:002012-12-15T08:38:56.999-08:00Gastronomi <div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
Selam. Bugün çok tehlikeli bir alışkanlıktan bahsetmek istiyorum: yemek yeme alışkanlığı. İddia ediyorum ki bu alışkanlık en az sigara kadar zararlı ve gereksizdir. Biliyoruz ki yemekten sonra sigara keyfi, kahveyle sigara keyfi, zevk sigarası gibi bilimum bahaneler üretilmiştir sigara içmek için. İşte aynılarının yemek için de olduğunu inkar edemeyeceksiniz biraz düşünürseniz. Yemek yerken bir şeyler izlemek/bir şeyler izlerken yemek yemek gibi saçma zevklerimiz var. Sinemaya gidince mutlaka patlamış mısır, Ortaköy'e gidince kumpir yiyoruz mesela. Ve tüm bunları acaba aç mıyım diye sorgulamadan yapıyoruz. En azından ben öyle yapıyorum. Sonra bir de gece gece ne bulursak mideye indirmemiz ve sonrasında yaşadığımız pişmanlıklarımız var. Reklamlarda diyorlar ya; her sabah bir kase nesfit yediğiniz zaman şu kadar zamanda şöyle fit olursunuz, böyle incelirsiniz. İşte onları ne zaman görsem acaba gerçekten her sabah bir kase nesfit yiyebilen var mıdır diye düşünüyorum. Zira ben o türden bir şey bulduğum zaman o birinci kaseyi ikincisi, ikinciyi de üçüncüsü mutlaka takip ediyor. Bir de öyle kahvaltı mı olur zaten? Nesfit, kokopops dediğin şeyler gece ekmek olmayınca yemek zorunda olduğumuz şeyler bence. En iyisi hiç bu tuzaklara düşmeyip, böyle şeylerden uzak durmak. Bir yandan da bütün bunların sorumlusunun ''Afrika'da bunu bulamayanlar var,'' diye diye ağzımıza buz dolabındaki her şeyi tıkıştıran annelerimiz olduğunu düşünüyorum. Sen her şeyi ağzıma tıkıştırmasan belki de ben onu bir hafta boyunca yiyeceğim, ne biliyorsun? Hem dünyadaki açlık sorununun bu kadar basite indirgenmesini de buradan kınıyorum. Bir de şu bir kaşık yağ ile dünyaları pişiren makine var. Zaten yağsız diye yedikçe yiyoruz böyle şeyler yüzünden. Sonra söylemeden geçemeyeceğim; bütün fastfood -benim plastik yiyecek dediğim- ürünlerinin ambalajında ''transyağ içermez!'' yazısı bulunuyor. Açıkçası transyağ nedir pek bir fikrim yok, kötü bir şey olduğu kesin. Ama transyağ denen şey fastfood'ta da yoksa hiçbir şeyde yoktur herhalde. Böyle şeylere kanmayın. He zaten iki gıdım yemek için deli gibi ambalaj üretiyorsun, çalışanlarının ağzına sıçıyorsun afedersin, eşşek gibi para kazanıyorsun, ormanları katlediyorsun, gıda diye insanlara oyuncak hamuru gibi şeyler yediriyorsun; yemişim transyağını, varsın o da olsun.<br />
<br />
Her neyse, bütün bunları aç kalmayayım diye küçük yaşımda obeziteye yakalanmama sebep olunduğu için yazıyorum belki de. Neyse işte, az yiyin.</div>
Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/03739716070624660015noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2268187059392426436.post-87881786544798221902012-06-07T12:12:00.003-07:002012-06-07T12:48:53.330-07:00Kendine ait bir odaSelam. İstanbul'a döndüğümden beri evim yok, haberiniz vardır. İlk hafta annemde kaldım ama sosyal bünyem daha fazla kaldıramadığından yeni yer arayışlarına girdim. Sorunun annemle değil, evimizin lokasyonuyla ilgili olduğunu da belirtmek isterim. Örneğin Kadıköy ve bizim arasındaki durak sayısı tam tamına 59. Neyse, önce minik bir çantayla birkaç günlüğüne sevgili dostlarımdan biriyle kalmaya başladım, sonra çantam gittikçe büyüdü, ev sahiplerim yavaş yavaş değişmeye başladı. En sonunda geldiğim nokta şu: İstanbul'un değişik yerlerinde birer tane bavul olarak da nitelendirebileceğimiz çantalarım var. Öyle ki yanımda olan çantamda bulamadığım şeyler için geçmişteki ev sahiplerimi arayıp, ''ya benim çantaya bir baksana, bilmemneyim onun içinde miymiş?'' diye sormaya başladım. Bir anda bütün İstanbul'u seferber edip o bulunamayan nesneyi buldurtabiliyorum. Aslında ne kira derdi var, ne fatura; böyle yaşamak iyi güzel hoş da, da, işte arkadaşlık ilişkileri bozulabiliyor bu nedenle. Eminim ki aranızda beni misafir edip ''uff kaç kere sifon çekti, uff bütün yatağa yayıldı, uff ne de ter kokuyor'' falan diye düşünenleriniz olmuştur. Ama ben de mahçup olmayı hiç bırakmayıp derli toplu, düzenli bir insan evladı olma yönünde kendimi baya geliştirdim. Bu yetilerimi yeni evimde kullanacağım, teşekkürler o yüzden. Yeni ev demişken, rahat bir nefes alabilirsiniz çünkü artık -henüz taşınamasam da- yeni bir evim var. Ama bu duruma pek alışamadım gibi, örneğin dün akşam internetten ocak fiyatlarına bakmak isterken fark ettim ki sahibinden kiralık ev ilanlarına bakıyorum. Hani yanlışlıkla tıklanır falan, ama öyle bir şey de değil, kombisinden oda sayısına kadar seçip aratmışım istemsizce. İnsan beyni çokcayip! Neyse, hem hepinize teşekkür etmek istedim, hem de şarj aletim hanginizde yahu?!Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/03739716070624660015noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2268187059392426436.post-17142988609060212792012-05-19T12:21:00.002-07:002012-05-19T12:45:33.922-07:00Apple, Microsoft ve AnnemMerhaba. Bugün biraz annemden bahsedeceğim sizlere. Biliyorsunuz ki Erasmus adı altında pek de Erasmusa benzemeyen bir şeyler yaptım yakın zaman önce. Bu süre içerisinde (ve aslında bu dönemin öncesindeki evrede) annem her gün bana bir Iphone almak/aldırmak için büyük çaba sarf etti. Bu isteğinin/inadının nereden geldiğini bilmemekle birlikte, kendisinin Apple sevdasıyla yoğun bir mücadele verdim. Ben Nokia marka bir telefon kullanıyorum yaklaşık 4-5 senedir ve telefonumdan ayrılmaya karar veren parçalarla yeni bir telefon yaratmak mümkün de olsa, telefonumun bir zamanlar ''aynalı'' olan ekranında yazanları, oluşan çiziklerden ötürü görmek imkansız da olsa, başka bir telefon almaya hiç niyetim yok. Telefonumu değiştirmek için tuşlarının da kaybolmasını veya erimesini bekliyorum. Neyse, sevgili annem uzuuuun süredir telefonumdan nefret etmekte ve her fırsatta şu cümleleri sarf etmekte: ''Artık değiştir şu telefonunu, vallahi bir gün bir yerde bozulacak, telefonsuz kalacaksın. Bırak şu inadı da bir Iphone alalım artık.'' Kendine Iphone aldığında biraz durulacağını düşünmüştüm, oysa ki niyeti tüm tanıdıklarına birer Iphone aldırmakmış sanırım. Erasmus evvelinde benim her zamanki rahat tavırlarımdan ötürü çok stresli olan annemle gayet büyük bir kavga yaşamıştık. Kavga sonrasında çok radikal kararlar aldık: Annem beni evlatlıktan reddetmişti, bense artık ailesiyle hiçbir ilişki kurmayan derbeder bir pastacı olmaya karar vermiştim. Tüm bu kargaşadan sonra bile annem bağıra çağıra ve zorla beni Iphone almaya götürdü. Tabi ki kabul etmedim. Elbette 2 saat sonra barıştık ve ben Fransa'dayken her gün arayıp Iphone fiyatlarını sordu. Bir yandan da fıldır fıldır Türkiye'deki Iphone fiyatlarını araştırıp kafasında formüller ve denklemler oluşturarak ülkeler arası Iphone fiyatlarını karşılaştırıyordu. Tabi ki aylar ve yıllar geçtikçe ilgisi Iphone'dan Ipad yönüne doğru evrildi fakat o da başka bir blog konusu. Özetle annem Apple Computer Inc ve Microsoft Corporation arasındaki savaşta yerini uzun süre önce aldı. Steve Jobs'u ne kadar tanır bilmem ama kendisi yaşasaydı annemle gurur duyardı diye düşünüyorum. Son olarak: http://goo.gl/ihNkdAnonymoushttp://www.blogger.com/profile/03739716070624660015noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2268187059392426436.post-29940786797181890052012-04-30T07:54:00.001-07:002012-04-30T07:54:45.017-07:00home sweet home!<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
<span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt; line-height: 115%;">Selam. Geçenlerde ‘’çok
yorgunum, çok gezdim’’ diye şikayet eden birine baya sinir olduğumu
hatırlıyorum; gezmekten de yorgun düşülür müymüş be demiştim. Ama oluyormuş
dostlar. Şimdi nerede ne yaptım tek tek anlatamiciim ki zaten yeterince
başınızı şişireceğimi düşünüyorum zamanı gelince. Çok güzel şeyler gördüm, çok güzel insanlarla konuştum; hepsi deliydi. ''Benim ilgimi çeken insanlar deli olanlardır..'' Neyse, hiçbirini unutmamak için de hep yazdım, fotoğraflarını çektim. Ama yorgunluktan ölüp geberseniz de yetmiyor ki dostlar, dünya hiç de küçük değil; çok büyük ve çok güzel! Dinlenecek bir sürü hikaye var, hatta öyle ki bazen hiçbir yere gitmeseniz de dünya size geliyor. Ama evi çok özledim, çok yakında evim dediğim her şeyi öpüp koklayacağım için çok mutluyum! Her şeyin bir bedeli var tabi; önce evime kavuşmak için bir şekilde yaklaşık 40 kiloluk ve geldiğimden beri hiç açma ihtiyacı duymadığım, boşu boşuna ülkeler arası seyahat ettirdiğim valizimi buraaalardan oraaalara getirmem gerekiyor. Son olarak, bu nasıl Erasmus'tu, valla biz de anlamadık.</span><br />
<span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt; line-height: 115%;"><br /></span><br />
<span style="color: #333333; font-family: 'lucida grande', tahoma, verdana, arial, sans-serif;"><span style="line-height: 14px;">''Benim ilgimi çeken insanlar deli olanlardır. Yaşamak için deli olan, konuşmak için deli olan, her şeye aynı anda ihtiras duyan, hiçbir zaman esnemeyen ya da sıradan bir şey söylemeyen. Ama gece boyunca maytaplar gibi yanan, yanan, yanan.''</span></span></div>Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/03739716070624660015noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2268187059392426436.post-38804145510657104932012-04-01T07:58:00.003-07:002012-04-01T08:23:30.214-07:00Enteğey nedir, ne değildirSelam. Bu blog bir türlü Mulhouse rehberi ya da Mulhouse eğlence günlüğü falan olarak kullanılamadı, nedenini biliyorsunuz. Ama biraz toparlayacak olursak şöyle şeyler oluyor Mulhouse'da: Hava çok güzel, 20 derece genel olarak. Bir tane arkadaşım var, sürekli onu dışarı çıkarıyorum zorla. Copains d'abord diye bir barımız var, buranın güzel tek yeri sanırım, orada güneşleniyoruz. Hadi size bir de küçük Mulhouse rehberi yayınlayayım. Üniversiteden çıkıp 5 dk sola doğru yürüyünce merkeze iniyorsunuz, orada mağazalar ve katedral var, düz gidince Copains d'Abord dediğim yer, az ileride tren garı. Hadi bakalım iyi gezmeler.<div><br /></div><div>Her neyse, dün sabah interrail biletimi aldım sonunda. Zaten uzuuuun zamandır hepimizin olduğu gibi benim de böyle bir planım vardı ama artık allahın fransasına gelmişim, gerçekleşmese ayıp olurdu! Bunun için de anneme çok teşekkür ediyorum tabi ki, ben sürekli ''ya çok kira ödedim bu ay, en iyisi erteleyelim, en iyisi şu 10 gün içinde 8 günlüklerden alalım'' falan derken ''al kızım al, hazır gitmişsin gör, kültürlen, dil öğren'' falan diye beni gazladı. Neyse! Bilet almak istediğimi uzun süre açıklayamadım tren garında. Çünkü biz ''intırreyıl'' derken onlar ''enteğey'' gibi bir şey söylüyorlarmış. Bütün olasılıkları tek tek denedim ve sonunda enteğey'i tutturdum. Sonra da oturma iznim olmadığı için ne yapacaklarını şaşırdılar. Şimdi siz Türk vatandaşısınız ama Fransa'da okuyorsunuz ama oturma izniniz yok ama interrail biletinizi Fransa'dan almaya çalışıyorsunuz, mümkün değil falan deyip durdular. 40 dk uğraştıktan sonra başardım, bakın dedim, beni paramla rezil etmeyin. Bir de bilete Türk vatandaşı yazdırmayı başardım ki aman aman, buradan uçakla bir yerlere gitmeme gerek kalmadı, zira bulunduğunuz ülkede kullanamıyorsunuz biletinizi. Kadın bileti uzatırken ''benim hala içime sinmedi ama neyse, alın bakalım'' gibi şeyler söyledi tavana bakarak. </div><div>İşte günlerdir nereye gitsem, şurada ne varmış bakalım, burada couchsurfing bulayım, şuranın treni şöyleymiş, falan diye listeler yapıyorum deli gibi. Gözlerim şişti uykusuzluktan. Bu kadar ders çalışsaydım erasmus programının ismini ezgi diye değiştirirlerdi. Şimdi ben okula gidince az fransızca öğreniyorum ama gezerken ya da başka insanların evinde kalırken çok şey öğreniyorum. Ama okula gitmeyince sınıfta kalıyorum. Çok saçma, ama ben baya gezdim diye itiraz edebilsek keşke. </div>Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/03739716070624660015noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2268187059392426436.post-5818079376479204812012-02-14T14:40:00.002-08:002012-02-14T14:47:04.368-08:00geç kalınmış bir yazıSelam, evet yine başımdan saçma bir şey geçti. Biliyorsunuz geçen hafta Paris'e gitmiştim. Paris'e gidince görülmeyecek yerler bellidir; Eyfel, Louvre, Notre Dame, Sacre-Coeur falan. Bence bunlar genel olarak çok sıkıcı, o yüzden ben de Montparnesse Mezarlığı'na gittim. Rüzgar estikçe, yapraklar düştükçe korktum. Sonra birden şunu fark ettim: her altı dakikada bir aynı mezarları görüyorum. Bu demek oluyor ki olduğum yerde dönüp duruyorum. Çıkmaya karar verdim, daha da kayboldum. Neyse bir süre sonra çıkış kapısını buldum ama kitliydi. O sırada Sinan aradı, mezarlıkta kitli kaldım dedim, güldük eğlendik, telefonu kapattım. Sonra fark ettim ki cidden mezarlıkta kitli kalmışım! Yok ya, biri vardır kesin falan dedim çünkü benim dedemin yattığı mezarlıkta hep insanlar olur; kapılarını çalıp bidon verirsin, su doldurup geri verirler. Burada yokmuş meğer. Ana kapının kenarındaki aralıktan dışarıya bağırdım, yardım istedim. Birden kapının önüne bir sürü insan yığıldı. Ama hepsi kapının aralığından dillerini falan soktu. Öpücük isteyenler oldu, aralıktan sigara uzat diyenler oldu, kapıyı açmak için çaba harcayan olmadı. Ben de polisin telefonunu bulup aradım, bir süre sonra geldiler. Bu arada saatler geçti, polisler kapıyı açamadı, belediyeyi aradım, belediye gelmedi, falan filan derken ben soğuktan öldüm. Polisler aralıktan ‘’merak etmeyin matmazel, merdiven getireceğiz’’ derken içerideki büyük çöp kutularını gördüm. Çöp kutularını sürükleye sürükleye duvarın dibine getirip üstlerine tırmandım. Yani resmen 1 metre uzağımda Jean-Paul Sartre, Baudelaire, Maupassant gibi adamlar yatıyor ve ben çöp kutularının üstüne çıkıp duvardan aşağı atlamaya çalışıyorum. Tam bir rezalet. Bunu yaparken bir de kalçamı incittim, sonra sürüklenerek eve döndüm. Görüyorsunuz dostlar, ben romantizm şehri Paris’e gidince neler oluyor. Ama bence yine de Eyfel'in veya Arc de Triomphe’un tepesine tırmananların hikayeleri hiçbir zaman bu kadar ilginç olmayacak. Sonuçta kim Paris’e gidip de mezarlıkta saatlerce kitli kalıp duvarlara tırmanır?<div> </div><div><p class="MsoNoSpacing"><o:p></o:p></p></div>Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/03739716070624660015noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-2268187059392426436.post-24541026316456495082012-01-29T04:53:00.000-08:002012-01-29T04:55:53.044-08:00Kendine ait bir Mulhouse günü<div>Salut. Bugün Mulhouse'daki 3. günüm. Türkçem çok zayıfladı, kusura bakmayın hata yaparsam!</div><div>Neyse şımarıklığı bırakayım. Facebook'ta Özay Özer ile evrenin sonundaki restorana bile giderim gibi bir grup vardı, işte burası evrenin sonundaki restoranın bulunduğu yer olabilir. Dünyanın bir ucu, Allahın unuttuğu yer, ne derseniz deyin işte, yapacak, görecek, gidecek hiçbir yer yok. İlk günüm ağlayarak geçti zaten. Odama bakıp ağlıyorum, tuvaleti görüp ağlıyorum, tramvaya biri köpekle biniyor ağlıyorum, markete gidip aradığımı bulamıyorum ağlıyorum, </div><div>her şeye ağladım. En sonunda biri neden ağlıyorsun falan dedi de biraz rahatladım, e o da Türk çıktı. Neyse, baya ağladıktan sonra Meltem'i buldum binada, rahatladım biraz. Sonra gece burada parti varmış, ona gidip gözyaşlarımı dansla kuruttum.</div><div><br /></div><div>Ertesi gün yine odam için alışverişe gittik Meltem'le, Meltem bir marka bulmuş, bizim bim gibi, dia gibi bir şey ama ismi Eco Plus. Meltem tam bir eko plus manyağı olup çıkmış burada, tek eğlencesi, hayattan aldığı tek zevk Eko Plus. Benim annemin Dia manyaklığından</div><div>beter. Eko Plus marka bok bulsa, afedersiniz, alacak. Bazen ortadan kayboluyor markette gezinirken, sonra bir reyondan fırlayıp ''bak bu mesela hede hödö marka, bu da Eko Plus, aslında aynı şey ama fiyatlarına bakar mısııııın!'' deyip yok oluyor. Eko Plus marka su ısıtıcımızı falan alıp eve döndük.</div><div><br /></div><div>Dün akşam Senegalli bir arkadaşıma gidip hadi dedim Porte Jeune'e gidiyoruz. Kalktık gittik, orası şehir merkezi.</div><div>Şehir merkezi kavramı olan yerlerde yaşamak cidden zormuş ya. Bir dışarı çıktık ki kimse yok, herkes ölmüş. Saat de daha 9 bile değil belki.</div><div>Ama hep sabahın 4'ünde dışarılarda sürtüyormuş gibi hissediyorsunuz. Biraz içince ne oluyor bilirsiniz herhalde. Bütün dilleri konuşabiliyorum, herkesle enseye tokat göte parmak oluyorum. Şu anda tanımadığım bir sürü arkadaşım var, yolda yürürken aaa salut naber falan diyorlar.</div><div><br /></div><div>Bu arada aslında burada hiç Fransız yok! Herkes Türk, Arap, Faslı falan. Bizim ilk tanıdığımız Faslı'nın Abdullah olması çok üzücüymüş yahu, hepsi çok tatlı insanlar, çok sıcaklar. </div><div><br /></div><div>Bir de Avrupalı ne demekmiş gördüm cidden. Tramvaya binmeden bir makineye para atıp bilet alıyorsun. Tramvaya binince de o bileti hiçbir şey yapmıyorsun. </div><div>Yani bilet almana gerek yok.</div><div>Ama hepsi pıtır pıtır bilet alıyor. Ben hiç bilet almadım mesela. Nadiren kontrol oluyormuş, onu da bütün Türkler, Faslılar falan tramvaydan aynı anda inince anlıyormuşsun, o vagona binmiyorsun mesela. </div><div><br /></div><div>Bir de buraya gelişimi anlatayım. Uçakta bir kabile vardı, çok komikti. Sürekli en arkadaki koltuktan en öndeki koltuktaki akrabalarına falan bağıra çağıra bir şeyler anlatıyorlardı. Kemer takmayı, tehlike anında ne yapılacağını anlatmakta olan kabin görevlisinin eline çöp falan tutuşturdular ''bi at şunu'' diyerek. Baya eğlendim.</div><div><br /></div><div>Şimdi interrail bileti almak için yaşıyorum. Bu hafta yapmam gereken milyon tane iş var, hazırlanacak belgeler, sigortalar, kontroller.</div><div>Onlar bitince gezmelere başlamak istiyorum, biraz daha burada durursam kafayı yiyebilirim. Sonra da hemen bitse de gitsek! </div>Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/03739716070624660015noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-2268187059392426436.post-4040366903565847122012-01-25T13:51:00.000-08:002012-01-25T14:07:30.158-08:00Oha gidiyorum!<p class="MsoNormal">Selam dostlar. Biliyorsunuz ki bir süreliğine Fransa’da olacağım. Aslında gidebileceğim en geç tarihte gidiyorum ama yine de çok hazırlıksız oldu gibi. Resmen bunca süre Çiğdem falan olmayacak, Damla’nın kedileri büyüyecek, Mutlusel’in saçındaki örgüler çıkacak, Yağmur kitap çevirilerini bitirecek falan. Tamam, bana da birçok şey olacak ama buradaki her şeyi kaçıracakmışım gibi geliyor. O yüzden beni her şeyden haberdar edin olur mu? Mektup yazın, mail yazın, fotoğraf çekin, gönderin, paylaşın, duyurun, yanıma gelin. </p><p class="MsoNormal">Evet vakit çok hızlı geçiyor, yarın bir bakmışım dönmüşüm. Evet belki 1-2 hafta sonra çok üzülmeyeceğim ama bu şimdi üzülme hakkımı elimden almıyor dostlar! O yüzden saçma sapan konuşmayın.</p><p class="MsoNormal"><o:p></o:p></p> <p class="MsoNormal">Bu arada ben yıllardır uçaktan korkuyorum. En çok kalkış ve inişten korkuyorum ama en çok da o kısımları seviyorum çünkü o aradaki zaman boyunca hiçbir şey olmuyor, topu topu yemek falan yiyorsunuz, en büyük atraksiyon bu yani. 3 saat boyunca tuzluk gibi oturuyorsunuz. Daha uzağa gidiyorsanız, daha fena tabi. O yüzden elimi tutmak isteyen olursa benle gelebilir.</p><p class="MsoNormal"><o:p></o:p></p> <p class="MsoNormal">O zaman bu blog daire 7’nin (ki o da değişti çoktan aslında) değil de benim Mulhouse maceralarımın bloğu olsun. Mulhouse’ta yaşanacak en büyük macera yine yemek yemek olabilir ama olmaya da bilir yani! Neyse, her şeyden bir şey çıkar, Erasmus maceraları diyelim Mulhouse yerine.<o:p></o:p></p> <p class="MsoNormal">Hepinizi çok seviyorum, bazılarınızı daha çok seviyorum. Hepinizi çok öpüyorum, bazılarınızı dudaktan öpüyorum! Çok fazla şey yaşamayın ben yokken, bana saklayın. Görüşürüz!<o:p></o:p></p> <p class="MsoNormal"><o:p> </o:p></p>Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/03739716070624660015noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-2268187059392426436.post-44022150167138719362012-01-11T07:17:00.000-08:002012-01-11T07:42:34.112-08:00Fransız Konsolosluğu, neden böyle yapıyorsun?Merhaba. Uzuuun süredir vize almam gerekmemişti, ne berbat ve gereksiz bir uğraş olduğunu hatırladım bugün; zira Fransa için vize randevuma gittim. Fransız Kültür Merkezi'ni bilirsiniz; gayet şirin, güzel bir yer, mediatheque falan. İşte olay vize olunca, hiç de öyle şirin değil. Aaaarkadan dolaşıyorsunuz ve bodrum gibi bir yere giriyorsunuz, birden kulaklarınızdaki Edith Piaf'lar falan siliniyor, karşınıza öğrenci işleri gibi bir yer çıkıyor, belki daha da fenası. Asık suratlı insanlarla konuşmak kadar sinir bozucu bir şey yoktur herhalde. Gerçi konuştuğun insanla aranda bir cam olursa ve mikrofonla konuşmak zorundaysan belki asık suratlı olman doğal olabilir, ya da o cam olmasa her an karşınızdakine iki tane çakabilirsiniz, gerçi camı çerçeveyi indirmek de var. Gerçekten de ''3. sınıfa gelmişsin, hala doğru düzgün form doldurmayı bilmiyorsun'' cümlesini duymayı hak etmemiştim. İşlerimi halledemeyince Campus France diye bir şeyden kayıt yaptırmam gerektiği ortaya çıktı, koşa koşa oraya gittim. Yan odadaki sınıftan gelen ''merci Ayşe bravo'' sesleri arasında 150 tl ödedim vizeci kadın kadar uyuz olan Campus France'çı kadına. Bir de sanki 150 tl ödememişim de hayır işi yapıyorlarmış gibi davranınca o anda bile Campus France'ın ne olduğunu bilmediğimi, bunu niye yapmam gerektiğini anlamadığımı açıklamak durumunda kaldım. Okul bittikten sonra ne yapmak istediğimi sorunca da pastane açacağımı söyledim, kendisinden gelen cevap ''sen benle dalga mı geçiyorsun?'' oldu. ''E madem öyle, sallayın bir şeyler'' deyince anlaştık. Kampüs Fğans kafası böyle bir şey demek. Kadının klavyesinin Fransızca olması ve benim bu klavyede noktayı bulamamış olmam kendisini iyice çileden çıkardı. Öyle böyle, bütün işleri hallettikten sonra bile aslında halledememiş oldum Fransa'dan gelmesi gereken belgeler bir türlü gelmediği için. Çok tuhaf kafalar, sadece birbirleriyle anlaşabiliyor bu vizeci insanlar. Benim ağzıma sıçarken bir yandan da camın ardında birbirlerine ''oh cherie tais toi quoi'' diye şımarıyorlar. En son öğrenci işleri tipi mekandan çıkarken güvenlik şimdi hatırlayamadığım bir sebepten ötürü ''size şimdi kızayım mı mademoiselle?'' diye bir soru yöneltti, '' éh ben quoi alors putain, e kız bari'' deyip orayı terk ettim ertesi gün tekrar ziyaret etmek üzere. Hayır, insanlar böyle böyle ırkçı oluyor işte diyeceğim o da olmayacak, sana ırkçılık yapan insan da Fransız değil ki. İşte orada anlıyorsunuz Erasmusmuş, Schengenmiş, bunların hepsinin gerizekalıca boş işler olduğunu. Allahtan sonradan İstiklal'de yürürken habire bana deniz mavisi lens hediye etmek isteyen ve düzgün bir delikanlıyla tanışıp ikiz çocuk sahibi olmamı arzulayan deli arkadaşımı gördüm de, normal bir insanla konuşmuş oldum.Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/03739716070624660015noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-2268187059392426436.post-46726125998692296622011-11-08T08:30:00.000-08:002011-11-08T08:38:25.969-08:00Kurban Bayramı EtkinlikleriMerhaba. Yine bir kurban bayramı geldi. Biz de bunu evde olabildiğince değerlendiriyoruz. En çok bayram havasına giren Beril ve Camille oldu ne hikmetse. Beril bayramın ilk günü 8'de uyanıp bayram temizliği yapayım demiş. Yıllardır içinde biriktirdiği temizlik hırsı nedeniyle ne bulduysa makineyle çekmiş, makine bozuldu. Makineyi açınca içinden çoraplar, bandana falan çıktı. Sonra da aldığı bayramlıkları giyip saçını kestirmeye gitti. Camille de bayram tatilinden yararlanıp güzel Anadolu'muzun güzel yerlerine gitti, şu anda Rize, Trabzon ya da Artvin'de (ne fark eder hepsi güzel!) Bize gelince... Mutlusel ve ben bayram sabahlarına bayıldığımız için, sabahı görmeden uyumuyoruz. Bayram sabahlarının o masum, ışıl ışıl havasını yakalayıp, sabah 6 gibi uyuyoruz. Sonra da akşam 6'de uyanıp kahvaltı yapıyoruz. Şahsen uyandıktan 5 dakika sonra da benim hayatım bitiyor zaten, o yüzden galiba erken uyanmaya pek gerek yok. Maillerimi kontrol edip, facebooktan gelen mesajları cevaplandırıp, haber okuyup, kahve içtikten sonra yapacak pek bir şey kalmıyor. Biraz kitap uyuyup geri okumaya mı gitsem? Hay allah, sıraları da karıştım.Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/03739716070624660015noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2268187059392426436.post-30206302775132609312011-09-02T04:55:00.000-07:002011-09-02T05:16:40.210-07:002011 Tatil Rehberi (Dudullu) Merhaba. Biliyorsunuz yaz geldi, ben de bu yaz müthiş bir ortadoğu kenti olan Dudullu'nun güzelliklerini görmek için sırtımda backpackimle yola koyuldum. Bildiğimiz ya da bilmediğimiz gibi Dudullu 2 bölgeden oluşuyor: Aşağı ve Yukarı Dudullu. Güvenlik sebebiyle Yukarı Dudullu'yu tercih etmenizi öneriyorum.
<br />
<br />Öncelikle İETT'nin Dudullu'ya her gün seferi olduğunu belirtmek isterim. Kadıköy'den kalkan körüklü otobüsler aracılığıyla Dudullu'ya gidebilirsiniz. İmkanınız varsa önceden rezervasyon yaptırmanızı öneririm, zira otobüslerde ayakta bile yer bulamıyorsunuz. Yolculuk yaklaşık 3 saat sürecektir. Dudulluluların çocuk sevgisi daha yolculuk sırasında anlaşılıyor, her kadının kucağında en az 4 çocuk olduğunu gözlemleyeceksiniz. Bütün bu çocukları aynı koltuğa oturtarak adeta bir sivil itaatsizlik örneği sergiliyorlar.
<br />
<br /><ul><li>Dudullu'nun dokusu bizim Fikirtepe'ye çok benziyor aslında. Yabancılara karşı biraz kapalılar, size tip tip bakacaklardır. Bu durumu en aza indirgemek için, kapalı ve renksiz kıyafetler tercih etmelisiniz.
<br />
<br />Yukarı Dudullu'ya vardığınızda kalacak bir yer bulmanız gerekiyor. Konforunuza düşkünseniz Betül Acar'ın evinde konaklayabilirsiniz. Alt kattaki anneanne servisiyle size daima en leziz yemekleri sunacaklardır. Evin ayrıca büyük bir kütüphanesi ve sınırsız internet hizmeti de bulunuyor. Modeminizi getirmeniz karşılığında. Sizin için hazırlanmış dolapta çeşitli içkiler de var, yok değil (aman kimseye söylemeyin).
<br />
<br />Yerleştikten sonra biraz etrafı gezebilirsiniz. Dudullu sokaklarında yürürken buradaki insanların hayvan sevgisine şahit olacaksınız. Her çatıda en az 2 köpek bağlı, bir de balkonlarda yer yer kartal hayvanının heykeli görülüyor.
<br />
<br />İMES sanayi sitesi de Dudullu'da bulunuyor. İç içe geçmiş cami ve fabrika motiflerini barındıran İMES sanayi sitesi logosu karşısında büyüleneceksiniz. Sanıyorum ki burada rönesans ve sanayi devrimine gönderme yapılmış.
<br />
<br />Ve yorucu bir günün ardından eve dönme vakti geldi. Tekrar 20D'ye bineceğim için içimde bir heyecan... Çocuklar ağladıkça anneleri onları dövüyor, anneler dövdükçe çocuklar ağlıyor. İşte böyle bir curcuna içinde Fikirtepe'ye dönüyoruz. Sanki hiç gitmemişiz gibi...
<br />
<br />Ha, soranlara Dudullu demekten çekinenler için ipucu: Ümraniye'deydim diyebilirsiniz, kötünün iyisi sayılır.
<br />
<br />
<br />
<br /></li></ul>Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/03739716070624660015noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2268187059392426436.post-40783001564846340192011-08-20T16:35:00.001-07:002011-08-20T16:56:19.100-07:00kendi düşen ağlamazDİKKAT. BU YAZI HOBİ FİKİRLERİ İÇERİR. HOBİ, ZARARLIDIR. UMUTLARINIZI YOK ETTİĞİ GİBİ CÜZDANINIZI SÖMÜRÜR.
<br />Örnekleri için: <a href="http://dairebesinmaceralari.blogspot.com/2010/11/yeni-hobimiz.html">http://dairebesinmaceralari.blogspot.com/2010/11/yeni-hobimiz.html</a>
<br />(Ayrıca ''biz bir şey çalmak istiyoruz ama ne olduğunu bilmiyoruz'' diyerek Karaköy'deki müzik enstrümanları satan dükkanlarda saatlerce gezdikten sonra tahta flüt almıştık. O flütler şu an odamızın en gizli ve tozlu köşelerinde yatıyor.)
<br />
<br />
<br />Merhaba. Hobinin ne kadar zararlı bir şey olduğunu çok iyi bilen biri olarak, bir hobi edinme hevesine yine kurban gittim diyebiliriz. Önceleri çok masum hobi fikirlerim vardı, mevye kasalarından kitaplık yapmaya başladım. Biraz araştırınca meyve kasalarından masa, tepsi, raf vb bir çok şey elde edilebileceğini gördüm. Bunlar zararsız hobilerdir, dikkat etmenize gerek yok, masrafsızdır ve geri dönüşüm güzel bir olaydır. İş nerede çığırından çıktı dersiniz? Tabi ki 10marifet sitesini incelemeye başladığım zaman. Biraz Derya Baykal vari bir oluşum olmasına rağmen, 348984 sayfada bir güzel fikirler çıkabiliyor. Neyse, işte böyle boş boş dolanırken çok ilgimi çeken bir şey buldum. Malzemelerini tedarik ettiğim anda işe koyulacağım ve ne olduğunu ancak başarılı olduğum zaman açıklayacağım ki sonradan ''noooldu senin ... işi?'' diye geyikler dönmesin. Ha bir de sakın bunları evde denemeyin.Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/03739716070624660015noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2268187059392426436.post-1525048967640636382011-07-30T07:55:00.000-07:002011-07-30T08:21:13.659-07:00Ölümden Nasıl DöndümMerhaba. Bildiğiniz gibi Mersin/Akkuyu'daki nükleer karşıtı kamptaydık, 6 gün orada kaldık ve döndük. Kamp boyunca, Mersin'in eşi benzeri bulunmayan sıcaklığı nedeniyle, her gün kafamıza güneş geçti ve ter bezlerimiz yoğun bir egzersize tabi tutuldu. Deniz sıcaklığı yaklaşık 60 derece olduğu için yüzmek de pek bir işe yaramadı. Sıcaktan fırsat bulduğumuz zamanlarda köye gittik, tek tek her kapıyı çaldık, zaten bizi geçen sene kurduğumuz güneş panellerinden tanıyorlardı. Güneş panellerini kurarken çektiğimiz belgeselin gösterimini yaptık, nükpirin dağıttık. Ama kampa yine benim salaklığım damgasını vurdu. Yıllardır beni bir kez bile ısırmayan, dost bildiğim sivrisinekler, Mersin'de kafayı yedi ve her yerimi ısırdı. Ben de bu nedenle her gün ilk yardım çantasındaki kremleri sürdüm. Son gece yine ilk yardım çantasını alıp bir kenara çekildim ve içinde tentürdiyot olduğunu düşündüğüm, ama aslında amonyak olan şişeyi açıp kokladım. Koklamamla beynimin erimesi bir oldu. Bazıları ''beyne tazyikli su verilmesi gibi bir duygu'' diye tanımlıyor fakat bana göre beynimi çıkardılar, bıçakla paralel çizgiler halinde kestiler, sonra iğneler batırdılar ve kafama geri yerleştirip üstüne bir şişe kolonya boşalttılar, nefesimkesildi.Ciğerlerime hava doldurmaya uğraşırken ''böyle de ölünmez ki ama ya'' diye düşünmeye nasıl vaktim oldu bilemiyorum. İyileştikten sonra toplu olarak Özay'a bu konudan bahsetmeme kararı aldık. Ben bir yandan google'a ''amonyak koklamak'' falan yazarken, bir yandan da Özay'a ''facebookta takılıyorum numarası'' çekmek zorunda kaldım. Aklımda acaba ölecek miyim sorusu varken, bir yandan Can Gölpınarlı'nın kimle sevgili olduğuna bakıyordum bağrım yana yana. En sonunda google 48 saat içinde ölebileceğimi söyledi, ben de Özay suçluluk çekmesin diye gidip olayı anlattım. Özay uyumamam gerektiğine karar verdi, ben de Özay ve Hasan'ın bana baktığını düşünerek huzurla sırt üstü uzanıp yıldızları seyrettim. 4 saatlik bir astronomi seyri sonunda Özay ve Hasan'ın horlamakta olduğunu fark ederek uyumaya karar verdim. ''Saatimi kurayım da gece uyanıp ölmüş müyüm diye kontrol edeyim'' dedim ama kurmama gerek kalmadı. Biyolojik saatim tam bir çalar saat gibi işleyerek her rüzgar estiğinde beni uyandırdı ve yaşıyor muyum diye kontrol etme şansım oldu. Şimdi anketlerde sorulan ''have you ever had a near-death experience'' sorusunu gönül rahatlığıyla yanıtlayabilirim. Bu kadar maceradan sonra herhalde herkes aynı fikirdedir: KURDURTMAYACAĞIZ!Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/03739716070624660015noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2268187059392426436.post-414713353606888092011-07-11T04:18:00.000-07:002011-07-11T04:20:03.176-07:00Fatura ŞiiriMerhaba, bugün içinde bulunduğumuz durumu anlatmak için bir şiir yazdım. Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bir gündeyiz...<br /><br /><div><br /></div><div>Eski yuvamızda</div><div>Rutubet her yandaydı</div><div>Tavan, zemin ve kapı</div><div>Rutubet her yeri sardı.</div><div><br /></div><div>Aradık ve taradık</div><div>Yeni bir eve çıktık</div><div>Eğitim mahallesini</div><div>Neş'emizle biz sardık.</div><div><br /></div><div>Güzel evimizde</div><div>Yaşıyoruz çok kişi</div><div>Teras, mutfak ve banyo</div><div>Seviyoruz bu evi.</div><div><br /></div><div>Ama kara bulutlar</div><div>burada buldu bizi</div><div>faturalar birikti</div><div>düşünmediydik bu işi.</div><div><br /></div><div>Gaz ısınma ve suyu</div><div>Aylarca ödemedik</div><div>Paraları savurduk</div><div>Faturayı unuttuk.</div><div><br /></div><div>İgdaş Ayedaş ve İski</div><div>Buldu evin izini</div><div>Şimdi ne yapacağız</div><div>Bok içinde yüzenzi.</div>Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/03739716070624660015noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2268187059392426436.post-38847826153924498802011-07-08T10:48:00.000-07:002011-07-08T11:06:58.262-07:00Yaz başlayınca, içgüdüsel olarak işe girdik!Merhaba! Ben geçen hafta yeni bir işe başladım. İş ararken kendimi böcek gibi hissediyorum. Gidip iş görüşmesi yapıyorsun, giydiğin şeye, saçına, çorabına falan dikkat etmek zorundasın. Ben de bu prezantabl görünme işini bir türlü beceremiyorum. Yani bana kalırsa ben aşırı prezantabl bir insanım fakat 'onlara' göre pek de öyle değil işte. Ayrıca çok geriliyorum iş görüşmesinde, benimle görüşen kişinin her zaman kendini benden çok çok üstün gördüğünü hissediyorum, çoğunlukla öyledir zaten ama gereksiz bir şekilde 'bu görüşme benim için hiç de önemli değil' imajı çizmeye çalışıyorum. Tabi 'öyle değilse neden buradasın gerizekalı' deme hakları da olduğu için, salak gibi kalıyorum. Bir de alınmak istemediğim işler var, can sıkıntısından bir bankaya başvurduğum olabiliyor mesela, ya da bir call centre'a. Sonra beni aradıkları zaman da ''Haa.. öyle mi yapmışım? Yok ben aslında istemiyorum'' deyip kapatıyorum ve sonra da oralarda çalışmadığım için çok mutlu oluyorum. Geçenlerde Çiğdem bir işe başvurdu ve başvurduğu yerden ses çıkmadı uzun süre. Daha sonra bu şirketten birileri Çiğdem'den yaz dönemi için yardım istedi ve o da reddetti. Telefonu kapattıktan sonra da o şirketi batırmış, herkesin ağzına sıçmış gibi hissetti. Benimki de böyle bir şey sanırım. Neyse, Af Örgütü'nde yüz yüzeye başladım. Kadına yönelik şiddete son kampanyasından bahsederken ''Biz de eve Moldovyalı bir kadın aldık yardımcı olması için. Hiç Türk kadınları gibi değiller, hizmetini güzel veriyor, eğlenmesini de biliyor, seksüel keyfini de ihmal etmiyor'' diyebilen insanlarla karşılaşıyorsunuz hiç olmazsa. Beyniniz ne alakası var ya diye düşünmeye başlamadan, bir bakmışsınız ki çok şaşırmışsınız ve gülmek için bilmem kaç tane kasınız kasılmış bile. Bir de bunu Fransız Konsolosluğu önündeki Fransızca programı inceleyen, gayet kültürlü ve aklı başında bir adamdan duyunca tadından yenmiyor. Tabi bu işler bir süre sonra beyninizi de yakabiliyor, dikkatli olmak lazım. Zira dün Hasan adlı arkadaşım odaya ''Kadına hayır!'' diye bağırarak girdi!Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/03739716070624660015noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2268187059392426436.post-19852687686551164032011-06-24T06:38:00.001-07:002011-06-24T07:03:34.686-07:00Kriz MasasıMerhaba. Takip edenler bilir, son dönemde çok büyük bir buhran içindeyiz. Nedeni ise bir zamanlar sevip, güvendiğimiz ev arkadaşımızın bizi sırtımızdan vurması. Evet, Vivienne'den bahsediyorum. Bize inat olsun diye ev bulmasına ve orada kalmasına rağmen, evimizi terk etmiyor ve sadece eşyalarını burada tutuyor. Ben de her gün 'acaba eşyalarını camdan mı atsam, kapının önüne mi koysam, bavuluna mı kussam, gelince kapının arkasına saklanıp ensesine mi şaplatsam' diye düşünüp saçma sapan planlar kuruyorum. Eğer 2 hafta daha kalırsa, akli dengem bozulabilir, cinnet geçirip evdeki herkesi terastan atıp kafama bir kurşun sıkabilirim. Mutlusel'in fikri de anahtar deliğinden biber gazı sıkıp kaçmak. Gördüğünüz gibi hepimiz delirdik sayın okuyucular. Bir tek Beril garibim böyle planlar kurmuyor, o da Vivienne'le pek diyalog içerisinde olmamasından dolayı olabilir.<br />Eğer siz de bizim halimize acıyanlardansanız, şikayetlerinizi Government of Germany'ye iletebilirsiniz: <a href="http://www.bundesregierung.de/Webs/Breg/EN/Homepage/home.html">http://www.bundesregierung.de/Webs/Breg/EN/Homepage/home.html</a>Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/03739716070624660015noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2268187059392426436.post-48347113149726341242011-05-18T06:58:00.000-07:002011-05-18T07:19:51.063-07:00Avrupa Birliği Giriş Sınavında Nasıl Sıfır Çektik?Merhabaa! Görüyorum ki vize döneminden beri hiçbir şey yazmamışım. Bu dönem boyunca ne çılgın proceler, ne sansürler döndü, ne düdükler öttürdük mitinglerde, bir sürü şey oldu. Ama asıl daire 7'de neler oldu? Şimdi birlikte bunları inceleyelim. Öncelikle evimize yeni bir isim geldi; Beril Duruk. Bu arkadaşımız evimizde 4. bir oda olmadığından bir perdenin ardında yaşıyor. İlk günlerde perdesi yetişmediği için salonun ortasına kurduğu küçük oda sahnesiyle evimize bir devlet tiyatrosu havası vermişti. Perde takıldıktan sonra da tam oldu; arada perdeyi açıp oyun falan sergiliyor. Kendisiyle iki günde kaynaştık, hemen sarhoş olup facebook duvarlarımıza Müslüm Gürses şarkıları yazmaya başladık. Siz de kendisiyle tanışmak isterseniz, bizim eve buyrunuz.<br />Son günlerin en çarpıcı olayı ise, Facebook hesabımın hacklenmesi. Hacker arkadaş çok vatansever olduğu için de profil fotoğrafımı Türk bayrağı ile değiştirmiş, ama bayrağın önünde dağ gözlüğü ile poz veren anime bir karakterin olması işi biraz berbat etmiş. Gözlüğün camlarına Türk bayrağı yapıştırılmasıyla biraz kurtarmaya çalışılmış ama bu anime karakter Digimon'dan fırladığı için yine başaramamış. Bence otomobil plakalarının sol köşesine Türk bayrağı yapıştıranların bile daha iyi bir imajı var.<br />Bunun dışında muhteşem semtimizin altından bir metro geçtiği için 2 gün sularımızı kestiler. Metroya bineceğiz diye evimiz bok koktu. Bir de Almanyadan misafirlerimiz var, çok Avrupa gördükleri için 1. günün sonlarına doğru isyan bayraklarını açıp yüzme havuzuna gitmek zorunda olduklarını bildirdiler. Kurdukları salak alakayı bizim Türk kafamız pek algılayamadı. Zaten Avrupalı oldukları için 'sizde süt var mı, öpüşsek ne olur, domuz eti var mı burada' gibi saçma sapan sorularla ilk günden triplerini atmaya başladılar. Biz de ''öpüşmek yasak, burası seks evi mi'' diye çıkıştık tabi ki. Sonra da Beyoğlu'na gittiler ama sevgilileri artık yan yana oturtmuyorlarmış, karşılıklı bakıştılar. Nasıl rezil olacağımızı şaşırdık.Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/03739716070624660015noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2268187059392426436.post-61039807524676412182011-04-05T16:11:00.001-07:002011-04-05T16:20:59.089-07:00Her dönem iki kere vuran gerçek: sınavlarMerhaba. Uzun süredir sizden ayrı kalmış olmamın nedeni, internet sitelerini engelleyen amcanın benim bilgisayarımda blogspotun yasağını kaldırmayı unutmuş olmasıydı. Sanırım vize dönemi olduğu için blog yazmayı düşünmeyeceğimi zannetti ama yanıldı. Zira vize döneminde vizeler hariç her şeyi düşünüyorum galiba. Yarın 2 adet sınavım varken, benim canım hiç 17. veya 18. yüzyıla çalışmak istemiyor, 19. da olsa istemezdim. Canım festivallere gitmek, bira içmek, yeni yeni şarkılar dinlemek, uçurtma yapmak ve daha nicesini istiyor. Hafta sonu bademciğimize denk getirmek üzere ağzımıza eden çeviri sınavına çalışıyorken, birden kendimi İstanbul'daki daha önce gitmediğim müzelerin listesini çıkarırken buldum. Sonra bir bakmışım gay forumlarında geziniyorum, en son Mutlusel uyardığında zemzem suyunun müthiş sırrı isimli haberden, ünlülerin gerçek isimlerine geçmek üzereydim. Bakın, işte yine Güneş Kral adıyla bilinen 14. Louis'in ne işler çevirdiğini öğrenmem gerekirken, blog yazıyorum. Allah belamı versin.Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/03739716070624660015noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2268187059392426436.post-37829399795625737672011-02-27T15:29:00.000-08:002011-02-27T15:42:55.976-08:00''You also couldn't get up? So let's have some Adana with tırnak pide!''Selamlar. Onlarca sahte gülüşten, el sıkıştan sonra nihayet bir ev arkadaşı bulduk birkaç hafta önce. Kendisi de bizim kafadan. Maziden bir örnekle açıklayacak olursak; geçen sene Fransızca dergilerden bir konu seçip, Türkçeye çevirmemiz gerekiyordu ve bunu tamamlamak için birkaç ayımız vardı. Doğal olarak son gün oturup oflaya puflaya yaptık Mutlusel kızımız ile. Benim konum Meksika Körfezi'ndeki petrol felaketi olduğundan biraz da eğlenceliydi, itiraf edeyim. Her neyse, biz yaptığımız çevirilerin çıktısını almaya üşendiğimiz için teslim edemedik. Daha sonra ek süre istedik bir şekilde, yine götürmedik. Hadi götürmedin, bari mail at. Onu da yapmadık. Biraz üşengeçliğimizden, biraz unutkanlığımızdan dolayı böyle salak bir olay geçti başımızdan, bunu ileride ''yaa, biz işte böyle çılgındık'' diyerekten torunlarımıza anlatmalı mıyız? En iyisi o yaşta hala biraz çılgın olmak, böylece popomuzdan hikayeler uydurmak ve var olan salaklıklarımızı modifiye ederek manyaklıkmış gibi anlatmak zorunda kalmayız.<br />Her neyse, işte bu Vivienne adlı kızımız da aynen bizim gibi, her gittiği yerde pasaportunu, cüzdanını, çantasını kaybeden; ''bana anahtar bırakın'' deyip, bırakılan anahtarı almadığı için bizi kapılarda bırakan; her cümlesine ''Ooh, I forgot..'' diye başlayan bir arkadaşımız. Genelde bizim sabah olarak nitelendirdiğimiz, normal insanların ise ikindi, akşam gibi kelimelerle betimlediği saatlerde mutfakta buluşuyoruz ve ''you also didn't go to school?'' kelime dizimiyle suçumuzu hafifletmeye çalışıyoruz, zira kimse kalkıp okula gitme zahmetiyle haşır neşir olmamıştır.<br />Hayatımıza Erasmuslu biri gelince biraz olsun ilginç tipler oluruz diye düşünmüştük ama hala en büyük hobimiz mutfakta sipariş ettiğimiz adanaları yemek. Yemek sepetine not olarak ''İkramlarınızı bekliyoruz, tırnak pideyi bol koyarsanız seviniriz. Biber yerine bulgur pilavı ve soğan istiyoruz'' yazıyoruz, inanır mısınız?Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/03739716070624660015noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2268187059392426436.post-64073454715594150562011-01-21T11:12:00.000-08:002011-01-21T11:21:26.347-08:00Les DuplexiennesMerhabalar, artık daire 5 olarak değil, les duplexiennes olarak karşınızdayız. Bir haftadan fazladır yeni evimizde olmamıza rağmen henüz yazabiliyorum sizlere.<br /> Öncelikle taşınmamıza yardım eden, çamaşır makinemizi sırtlarında taşıyan, üçlü koltuğumuzu sokakta bırakma fikrine karşı çıkıp, isyanın gücüyle kendisini sırtlayıp 3 kat yukarıya taşıyan, daire 5'teki rutubet tabakasına anahtarıyla 'MUTLUSEL' ismini kazıyan arkadaşlarımıza yardımları için çok teşekkür ederiz.<br /> Sürekli yeni evimizi övüp duruyoruz, duvarlarımızı öpün diyoruz. Farkındayız, çok gıcık olmaya başladınız. O zaman size bu bebeğin kötü yanlarından bahsedeyim birazcık da. Öncelikle evde kim var kim yok anlayamıyoruz (hay allah), merdivenden yukarı veya aşağı bağırdığımızda sesimizi duyuramadığımızdan, ses tellerimiz koptu kopacak. Terasımız çok soğuk olabiliyor. Gömme dolap açılıp kapandığında, yan odadaki Mutlusel'in uykuları bölünüyor. Hangi ışık açık, hangisi kapalı, kontrol etmek çok zor. Eğer anahtarımız veya telefonumuz kaybolduysa, 3 gün arasak bulamıyoruz.<br /> Ama yeni evimiz çok güzel, bekleriz.Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/03739716070624660015noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2268187059392426436.post-66125011593367709522011-01-11T13:09:00.000-08:002011-01-11T13:30:49.939-08:00Kiss my walls!Selamlar, bugün hem üzücü hem de mutlandırıcı bir haberle karşınızdayız. Daire 5'te yaşamak imkansız hale geldiğinden, taşınmak zorunda kalıyoruz. Yani artık blogumuzun ismi daire 5 olmayacak. Neyse, bunu sonra düşünürüz.<br />Bir dahaki karşılaşmamızda bize iyi bakın, hayatınızda kaç kez dubleksi olan insanlarla konuşuyorsunuz ki?! Kapalı terasımızı hobi odası olarak kullanmaya başlayacağız, bunun için bir an önce hobi edinmek zorundayız. Bahsettiğim gibi hobi tehlikeli zanaat, milyonlar döktükten hemen sonra sıkılabilir, sıkıldığınızı kendinize bile itiraf etmeye utanabilirsiniz. Terasa şimdilik dartımızı koyarız, ben de allahtan biraz resim yapıyorum da kurtarıyoruz olayı. Mutlusel de boks kulübüne yazılıp hiç gitmemiş de olsa, onun için de bir kum torbası düşünülebilir.<br />Ayrıca el diyarlardan bir arkadaşımız da bizimle yaşayacak, biz bu Erasmus arkadaşımıza şimdilik Lisa veya Stefanos diyoruz.<br />İşte böyle, biz 3 gündür eve gidip boş duvarları öpüyoruz, yerleri yalıyoruz, mutfak dolaplarına tırmanıyoruz, tezgaha uzanıyoruz. Umarız en kısa zamanda siz de gelip duvarlarımızı öpersiniz.Anonymoushttp://www.blogger.com/profile/03739716070624660015noreply@blogger.com0