Saturday, December 15, 2012

Gastronomi

Selam. Bugün çok tehlikeli bir alışkanlıktan bahsetmek istiyorum: yemek yeme alışkanlığı. İddia ediyorum ki bu alışkanlık en az sigara kadar zararlı ve gereksizdir. Biliyoruz ki yemekten sonra sigara keyfi, kahveyle sigara keyfi, zevk sigarası gibi bilimum bahaneler üretilmiştir sigara içmek için. İşte aynılarının yemek için de olduğunu inkar edemeyeceksiniz biraz düşünürseniz. Yemek yerken bir şeyler izlemek/bir şeyler izlerken yemek yemek gibi saçma zevklerimiz var. Sinemaya gidince mutlaka patlamış mısır, Ortaköy'e gidince kumpir yiyoruz mesela. Ve tüm bunları acaba aç mıyım diye sorgulamadan yapıyoruz. En azından ben öyle yapıyorum. Sonra bir de gece gece ne bulursak mideye indirmemiz ve sonrasında yaşadığımız pişmanlıklarımız var. Reklamlarda diyorlar ya; her sabah bir kase nesfit yediğiniz zaman şu kadar zamanda şöyle fit olursunuz, böyle incelirsiniz. İşte onları ne zaman görsem acaba gerçekten her sabah bir kase nesfit yiyebilen var mıdır diye düşünüyorum. Zira ben o türden bir şey bulduğum zaman o birinci kaseyi ikincisi, ikinciyi de üçüncüsü mutlaka takip ediyor. Bir de öyle kahvaltı mı olur zaten? Nesfit, kokopops dediğin şeyler gece ekmek olmayınca yemek zorunda olduğumuz şeyler bence. En iyisi hiç bu tuzaklara düşmeyip, böyle şeylerden uzak durmak. Bir yandan da bütün bunların sorumlusunun ''Afrika'da bunu bulamayanlar var,'' diye diye ağzımıza buz dolabındaki her şeyi tıkıştıran annelerimiz olduğunu düşünüyorum. Sen her şeyi ağzıma tıkıştırmasan belki de ben onu bir hafta boyunca yiyeceğim, ne biliyorsun? Hem dünyadaki açlık sorununun bu kadar basite indirgenmesini de buradan kınıyorum. Bir de şu bir kaşık yağ ile dünyaları pişiren makine var. Zaten yağsız diye yedikçe yiyoruz böyle şeyler yüzünden. Sonra söylemeden geçemeyeceğim; bütün fastfood -benim plastik yiyecek dediğim- ürünlerinin ambalajında ''transyağ içermez!'' yazısı bulunuyor. Açıkçası transyağ nedir pek bir fikrim yok, kötü bir şey olduğu kesin. Ama transyağ denen şey fastfood'ta da yoksa hiçbir şeyde yoktur herhalde. Böyle şeylere kanmayın. He zaten iki gıdım yemek için deli gibi ambalaj üretiyorsun, çalışanlarının ağzına sıçıyorsun afedersin, eşşek gibi para kazanıyorsun, ormanları katlediyorsun, gıda diye insanlara oyuncak hamuru gibi şeyler yediriyorsun; yemişim transyağını, varsın o da olsun.

 Her neyse, bütün bunları aç kalmayayım diye küçük yaşımda obeziteye yakalanmama sebep olunduğu için yazıyorum belki de. Neyse işte, az yiyin.

Thursday, June 7, 2012

Kendine ait bir oda

Selam. İstanbul'a döndüğümden beri evim yok, haberiniz vardır. İlk hafta annemde kaldım ama sosyal bünyem daha fazla kaldıramadığından yeni yer arayışlarına girdim. Sorunun annemle değil, evimizin lokasyonuyla ilgili olduğunu da belirtmek isterim. Örneğin Kadıköy ve bizim arasındaki durak sayısı tam tamına 59. Neyse, önce minik bir çantayla birkaç günlüğüne sevgili dostlarımdan biriyle kalmaya başladım, sonra çantam gittikçe büyüdü, ev sahiplerim yavaş yavaş değişmeye başladı. En sonunda geldiğim nokta şu: İstanbul'un değişik yerlerinde birer tane bavul olarak da nitelendirebileceğimiz çantalarım var. Öyle ki yanımda olan çantamda bulamadığım şeyler için geçmişteki ev sahiplerimi arayıp, ''ya benim çantaya bir baksana, bilmemneyim onun içinde miymiş?'' diye sormaya başladım. Bir anda bütün İstanbul'u seferber edip o bulunamayan nesneyi buldurtabiliyorum. Aslında ne kira derdi var, ne fatura; böyle yaşamak iyi güzel hoş da, da, işte arkadaşlık ilişkileri bozulabiliyor bu nedenle. Eminim ki aranızda beni misafir edip ''uff kaç kere sifon çekti, uff bütün yatağa yayıldı, uff ne de ter kokuyor'' falan diye düşünenleriniz olmuştur. Ama ben de mahçup olmayı hiç bırakmayıp derli toplu, düzenli bir insan evladı olma yönünde kendimi baya geliştirdim. Bu yetilerimi yeni evimde kullanacağım, teşekkürler o yüzden. Yeni ev demişken, rahat bir nefes alabilirsiniz çünkü artık -henüz taşınamasam da- yeni bir evim var. Ama bu duruma pek alışamadım gibi, örneğin dün akşam internetten ocak fiyatlarına bakmak isterken fark ettim ki sahibinden kiralık ev ilanlarına bakıyorum. Hani yanlışlıkla tıklanır falan, ama öyle bir şey de değil, kombisinden oda sayısına kadar seçip aratmışım istemsizce. İnsan beyni çokcayip! Neyse, hem hepinize teşekkür etmek istedim, hem de şarj aletim hanginizde yahu?!

Saturday, May 19, 2012

Apple, Microsoft ve Annem

Merhaba. Bugün biraz annemden bahsedeceğim sizlere. Biliyorsunuz ki Erasmus adı altında pek de Erasmusa benzemeyen bir şeyler yaptım yakın zaman önce. Bu süre içerisinde (ve aslında bu dönemin öncesindeki evrede) annem her gün bana bir Iphone almak/aldırmak için büyük çaba sarf etti. Bu isteğinin/inadının nereden geldiğini bilmemekle birlikte, kendisinin Apple sevdasıyla yoğun bir mücadele verdim. Ben Nokia marka bir telefon kullanıyorum yaklaşık 4-5 senedir ve telefonumdan ayrılmaya karar veren parçalarla yeni bir telefon yaratmak mümkün de olsa, telefonumun bir zamanlar ''aynalı'' olan ekranında yazanları, oluşan çiziklerden ötürü görmek imkansız da olsa, başka bir telefon almaya hiç niyetim yok. Telefonumu değiştirmek için tuşlarının da kaybolmasını veya erimesini bekliyorum. Neyse, sevgili annem uzuuuun süredir telefonumdan nefret etmekte ve her fırsatta şu cümleleri sarf etmekte: ''Artık değiştir şu telefonunu, vallahi bir gün bir yerde bozulacak, telefonsuz kalacaksın. Bırak şu inadı da bir Iphone alalım artık.'' Kendine Iphone aldığında biraz durulacağını düşünmüştüm, oysa ki niyeti tüm tanıdıklarına birer Iphone aldırmakmış sanırım. Erasmus evvelinde benim her zamanki rahat tavırlarımdan ötürü çok stresli olan annemle gayet büyük bir kavga yaşamıştık. Kavga sonrasında çok radikal kararlar aldık: Annem beni evlatlıktan reddetmişti, bense artık ailesiyle hiçbir ilişki kurmayan derbeder bir pastacı olmaya karar vermiştim. Tüm bu kargaşadan sonra bile annem bağıra çağıra ve zorla beni Iphone almaya götürdü. Tabi ki kabul etmedim. Elbette 2 saat sonra barıştık ve ben Fransa'dayken her gün arayıp Iphone fiyatlarını sordu. Bir yandan da fıldır fıldır Türkiye'deki Iphone fiyatlarını araştırıp kafasında formüller ve denklemler oluşturarak ülkeler arası Iphone fiyatlarını karşılaştırıyordu. Tabi ki aylar ve yıllar geçtikçe ilgisi Iphone'dan Ipad yönüne doğru evrildi fakat o da başka bir blog konusu. Özetle annem Apple Computer Inc ve Microsoft Corporation arasındaki savaşta yerini uzun süre önce aldı. Steve Jobs'u ne kadar tanır bilmem ama kendisi yaşasaydı annemle gurur duyardı diye düşünüyorum. Son olarak: http://goo.gl/ihNkd

Monday, April 30, 2012

home sweet home!

Selam. Geçenlerde ‘’çok yorgunum, çok gezdim’’ diye şikayet eden birine baya sinir olduğumu hatırlıyorum; gezmekten de yorgun düşülür müymüş be demiştim. Ama oluyormuş dostlar. Şimdi nerede ne yaptım tek tek anlatamiciim ki zaten yeterince başınızı şişireceğimi düşünüyorum zamanı gelince. Çok güzel şeyler gördüm, çok güzel insanlarla konuştum; hepsi deliydi. ''Benim ilgimi çeken insanlar deli olanlardır..'' Neyse, hiçbirini unutmamak için de hep yazdım, fotoğraflarını çektim. Ama yorgunluktan ölüp geberseniz de yetmiyor ki dostlar, dünya hiç de küçük değil; çok büyük ve çok güzel! Dinlenecek bir sürü hikaye var, hatta öyle ki bazen hiçbir yere gitmeseniz de dünya size geliyor. Ama evi çok özledim, çok yakında evim dediğim her şeyi öpüp koklayacağım için çok mutluyum! Her şeyin bir bedeli var tabi; önce evime kavuşmak için bir şekilde yaklaşık 40 kiloluk ve geldiğimden beri hiç açma ihtiyacı duymadığım, boşu boşuna ülkeler arası seyahat ettirdiğim valizimi buraaalardan oraaalara getirmem gerekiyor.  Son olarak, bu nasıl Erasmus'tu, valla biz de anlamadık.


''Benim ilgimi çeken insanlar deli olanlardır. Yaşamak için deli olan, konuşmak için deli olan, her şeye aynı anda ihtiras duyan, hiçbir zaman esnemeyen ya da sıradan bir şey söylemeyen. Ama gece boyunca maytaplar gibi yanan, yanan, yanan.''

Sunday, April 1, 2012

Enteğey nedir, ne değildir

Selam. Bu blog bir türlü Mulhouse rehberi ya da Mulhouse eğlence günlüğü falan olarak kullanılamadı, nedenini biliyorsunuz. Ama biraz toparlayacak olursak şöyle şeyler oluyor Mulhouse'da: Hava çok güzel, 20 derece genel olarak. Bir tane arkadaşım var, sürekli onu dışarı çıkarıyorum zorla. Copains d'abord diye bir barımız var, buranın güzel tek yeri sanırım, orada güneşleniyoruz. Hadi size bir de küçük Mulhouse rehberi yayınlayayım. Üniversiteden çıkıp 5 dk sola doğru yürüyünce merkeze iniyorsunuz, orada mağazalar ve katedral var, düz gidince Copains d'Abord dediğim yer, az ileride tren garı. Hadi bakalım iyi gezmeler.

Her neyse, dün sabah interrail biletimi aldım sonunda. Zaten uzuuuun zamandır hepimizin olduğu gibi benim de böyle bir planım vardı ama artık allahın fransasına gelmişim, gerçekleşmese ayıp olurdu! Bunun için de anneme çok teşekkür ediyorum tabi ki, ben sürekli ''ya çok kira ödedim bu ay, en iyisi erteleyelim, en iyisi şu 10 gün içinde 8 günlüklerden alalım'' falan derken ''al kızım al, hazır gitmişsin gör, kültürlen, dil öğren'' falan diye beni gazladı. Neyse! Bilet almak istediğimi uzun süre açıklayamadım tren garında. Çünkü biz ''intırreyıl'' derken onlar ''enteğey'' gibi bir şey söylüyorlarmış. Bütün olasılıkları tek tek denedim ve sonunda enteğey'i tutturdum. Sonra da oturma iznim olmadığı için ne yapacaklarını şaşırdılar. Şimdi siz Türk vatandaşısınız ama Fransa'da okuyorsunuz ama oturma izniniz yok ama interrail biletinizi Fransa'dan almaya çalışıyorsunuz, mümkün değil falan deyip durdular. 40 dk uğraştıktan sonra başardım, bakın dedim, beni paramla rezil etmeyin. Bir de bilete Türk vatandaşı yazdırmayı başardım ki aman aman, buradan uçakla bir yerlere gitmeme gerek kalmadı, zira bulunduğunuz ülkede kullanamıyorsunuz biletinizi. Kadın bileti uzatırken ''benim hala içime sinmedi ama neyse, alın bakalım'' gibi şeyler söyledi tavana bakarak.
İşte günlerdir nereye gitsem, şurada ne varmış bakalım, burada couchsurfing bulayım, şuranın treni şöyleymiş, falan diye listeler yapıyorum deli gibi. Gözlerim şişti uykusuzluktan. Bu kadar ders çalışsaydım erasmus programının ismini ezgi diye değiştirirlerdi. Şimdi ben okula gidince az fransızca öğreniyorum ama gezerken ya da başka insanların evinde kalırken çok şey öğreniyorum. Ama okula gitmeyince sınıfta kalıyorum. Çok saçma, ama ben baya gezdim diye itiraz edebilsek keşke.

Tuesday, February 14, 2012

geç kalınmış bir yazı

Selam, evet yine başımdan saçma bir şey geçti. Biliyorsunuz geçen hafta Paris'e gitmiştim. Paris'e gidince görülmeyecek yerler bellidir; Eyfel, Louvre, Notre Dame, Sacre-Coeur falan. Bence bunlar genel olarak çok sıkıcı, o yüzden ben de Montparnesse Mezarlığı'na gittim. Rüzgar estikçe, yapraklar düştükçe korktum. Sonra birden şunu fark ettim: her altı dakikada bir aynı mezarları görüyorum. Bu demek oluyor ki olduğum yerde dönüp duruyorum. Çıkmaya karar verdim, daha da kayboldum. Neyse bir süre sonra çıkış kapısını buldum ama kitliydi. O sırada Sinan aradı, mezarlıkta kitli kaldım dedim, güldük eğlendik, telefonu kapattım. Sonra fark ettim ki cidden mezarlıkta kitli kalmışım! Yok ya, biri vardır kesin falan dedim çünkü benim dedemin yattığı mezarlıkta hep insanlar olur; kapılarını çalıp bidon verirsin, su doldurup geri verirler. Burada yokmuş meğer. Ana kapının kenarındaki aralıktan dışarıya bağırdım, yardım istedim. Birden kapının önüne bir sürü insan yığıldı. Ama hepsi kapının aralığından dillerini falan soktu. Öpücük isteyenler oldu, aralıktan sigara uzat diyenler oldu, kapıyı açmak için çaba harcayan olmadı. Ben de polisin telefonunu bulup aradım, bir süre sonra geldiler. Bu arada saatler geçti, polisler kapıyı açamadı, belediyeyi aradım, belediye gelmedi, falan filan derken ben soğuktan öldüm. Polisler aralıktan ‘’merak etmeyin matmazel, merdiven getireceğiz’’ derken içerideki büyük çöp kutularını gördüm. Çöp kutularını sürükleye sürükleye duvarın dibine getirip üstlerine tırmandım. Yani resmen 1 metre uzağımda Jean-Paul Sartre, Baudelaire, Maupassant gibi adamlar yatıyor ve ben çöp kutularının üstüne çıkıp duvardan aşağı atlamaya çalışıyorum. Tam bir rezalet. Bunu yaparken bir de kalçamı incittim, sonra sürüklenerek eve döndüm. Görüyorsunuz dostlar, ben romantizm şehri Paris’e gidince neler oluyor. Ama bence yine de Eyfel'in veya Arc de Triomphe’un tepesine tırmananların hikayeleri hiçbir zaman bu kadar ilginç olmayacak. Sonuçta kim Paris’e gidip de mezarlıkta saatlerce kitli kalıp duvarlara tırmanır?

Sunday, January 29, 2012

Kendine ait bir Mulhouse günü

Salut. Bugün Mulhouse'daki 3. günüm. Türkçem çok zayıfladı, kusura bakmayın hata yaparsam!
Neyse şımarıklığı bırakayım. Facebook'ta Özay Özer ile evrenin sonundaki restorana bile giderim gibi bir grup vardı, işte burası evrenin sonundaki restoranın bulunduğu yer olabilir. Dünyanın bir ucu, Allahın unuttuğu yer, ne derseniz deyin işte, yapacak, görecek, gidecek hiçbir yer yok. İlk günüm ağlayarak geçti zaten. Odama bakıp ağlıyorum, tuvaleti görüp ağlıyorum, tramvaya biri köpekle biniyor ağlıyorum, markete gidip aradığımı bulamıyorum ağlıyorum,
her şeye ağladım. En sonunda biri neden ağlıyorsun falan dedi de biraz rahatladım, e o da Türk çıktı. Neyse, baya ağladıktan sonra Meltem'i buldum binada, rahatladım biraz. Sonra gece burada parti varmış, ona gidip gözyaşlarımı dansla kuruttum.

Ertesi gün yine odam için alışverişe gittik Meltem'le, Meltem bir marka bulmuş, bizim bim gibi, dia gibi bir şey ama ismi Eco Plus. Meltem tam bir eko plus manyağı olup çıkmış burada, tek eğlencesi, hayattan aldığı tek zevk Eko Plus. Benim annemin Dia manyaklığından
beter. Eko Plus marka bok bulsa, afedersiniz, alacak. Bazen ortadan kayboluyor markette gezinirken, sonra bir reyondan fırlayıp ''bak bu mesela hede hödö marka, bu da Eko Plus, aslında aynı şey ama fiyatlarına bakar mısııııın!'' deyip yok oluyor. Eko Plus marka su ısıtıcımızı falan alıp eve döndük.

Dün akşam Senegalli bir arkadaşıma gidip hadi dedim Porte Jeune'e gidiyoruz. Kalktık gittik, orası şehir merkezi.
Şehir merkezi kavramı olan yerlerde yaşamak cidden zormuş ya. Bir dışarı çıktık ki kimse yok, herkes ölmüş. Saat de daha 9 bile değil belki.
Ama hep sabahın 4'ünde dışarılarda sürtüyormuş gibi hissediyorsunuz. Biraz içince ne oluyor bilirsiniz herhalde. Bütün dilleri konuşabiliyorum, herkesle enseye tokat göte parmak oluyorum. Şu anda tanımadığım bir sürü arkadaşım var, yolda yürürken aaa salut naber falan diyorlar.

Bu arada aslında burada hiç Fransız yok! Herkes Türk, Arap, Faslı falan. Bizim ilk tanıdığımız Faslı'nın Abdullah olması çok üzücüymüş yahu, hepsi çok tatlı insanlar, çok sıcaklar.

Bir de Avrupalı ne demekmiş gördüm cidden. Tramvaya binmeden bir makineye para atıp bilet alıyorsun. Tramvaya binince de o bileti hiçbir şey yapmıyorsun.
Yani bilet almana gerek yok.
Ama hepsi pıtır pıtır bilet alıyor. Ben hiç bilet almadım mesela. Nadiren kontrol oluyormuş, onu da bütün Türkler, Faslılar falan tramvaydan aynı anda inince anlıyormuşsun, o vagona binmiyorsun mesela.

Bir de buraya gelişimi anlatayım. Uçakta bir kabile vardı, çok komikti. Sürekli en arkadaki koltuktan en öndeki koltuktaki akrabalarına falan bağıra çağıra bir şeyler anlatıyorlardı. Kemer takmayı, tehlike anında ne yapılacağını anlatmakta olan kabin görevlisinin eline çöp falan tutuşturdular ''bi at şunu'' diyerek. Baya eğlendim.

Şimdi interrail bileti almak için yaşıyorum. Bu hafta yapmam gereken milyon tane iş var, hazırlanacak belgeler, sigortalar, kontroller.
Onlar bitince gezmelere başlamak istiyorum, biraz daha burada durursam kafayı yiyebilirim. Sonra da hemen bitse de gitsek!

Wednesday, January 25, 2012

Oha gidiyorum!

Selam dostlar. Biliyorsunuz ki bir süreliğine Fransa’da olacağım. Aslında gidebileceğim en geç tarihte gidiyorum ama yine de çok hazırlıksız oldu gibi. Resmen bunca süre Çiğdem falan olmayacak, Damla’nın kedileri büyüyecek, Mutlusel’in saçındaki örgüler çıkacak, Yağmur kitap çevirilerini bitirecek falan. Tamam, bana da birçok şey olacak ama buradaki her şeyi kaçıracakmışım gibi geliyor. O yüzden beni her şeyden haberdar edin olur mu? Mektup yazın, mail yazın, fotoğraf çekin, gönderin, paylaşın, duyurun, yanıma gelin.

Evet vakit çok hızlı geçiyor, yarın bir bakmışım dönmüşüm. Evet belki 1-2 hafta sonra çok üzülmeyeceğim ama bu şimdi üzülme hakkımı elimden almıyor dostlar! O yüzden saçma sapan konuşmayın.

Bu arada ben yıllardır uçaktan korkuyorum. En çok kalkış ve inişten korkuyorum ama en çok da o kısımları seviyorum çünkü o aradaki zaman boyunca hiçbir şey olmuyor, topu topu yemek falan yiyorsunuz, en büyük atraksiyon bu yani. 3 saat boyunca tuzluk gibi oturuyorsunuz. Daha uzağa gidiyorsanız, daha fena tabi. O yüzden elimi tutmak isteyen olursa benle gelebilir.

O zaman bu blog daire 7’nin (ki o da değişti çoktan aslında) değil de benim Mulhouse maceralarımın bloğu olsun. Mulhouse’ta yaşanacak en büyük macera yine yemek yemek olabilir ama olmaya da bilir yani! Neyse, her şeyden bir şey çıkar, Erasmus maceraları diyelim Mulhouse yerine.

Hepinizi çok seviyorum, bazılarınızı daha çok seviyorum. Hepinizi çok öpüyorum, bazılarınızı dudaktan öpüyorum! Çok fazla şey yaşamayın ben yokken, bana saklayın. Görüşürüz!

Wednesday, January 11, 2012

Fransız Konsolosluğu, neden böyle yapıyorsun?

Merhaba. Uzuuun süredir vize almam gerekmemişti, ne berbat ve gereksiz bir uğraş olduğunu hatırladım bugün; zira Fransa için vize randevuma gittim. Fransız Kültür Merkezi'ni bilirsiniz; gayet şirin, güzel bir yer, mediatheque falan. İşte olay vize olunca, hiç de öyle şirin değil. Aaaarkadan dolaşıyorsunuz ve bodrum gibi bir yere giriyorsunuz, birden kulaklarınızdaki Edith Piaf'lar falan siliniyor, karşınıza öğrenci işleri gibi bir yer çıkıyor, belki daha da fenası. Asık suratlı insanlarla konuşmak kadar sinir bozucu bir şey yoktur herhalde. Gerçi konuştuğun insanla aranda bir cam olursa ve mikrofonla konuşmak zorundaysan belki asık suratlı olman doğal olabilir, ya da o cam olmasa her an karşınızdakine iki tane çakabilirsiniz, gerçi camı çerçeveyi indirmek de var. Gerçekten de ''3. sınıfa gelmişsin, hala doğru düzgün form doldurmayı bilmiyorsun'' cümlesini duymayı hak etmemiştim. İşlerimi halledemeyince Campus France diye bir şeyden kayıt yaptırmam gerektiği ortaya çıktı, koşa koşa oraya gittim. Yan odadaki sınıftan gelen ''merci Ayşe bravo'' sesleri arasında 150 tl ödedim vizeci kadın kadar uyuz olan Campus France'çı kadına. Bir de sanki 150 tl ödememişim de hayır işi yapıyorlarmış gibi davranınca o anda bile Campus France'ın ne olduğunu bilmediğimi, bunu niye yapmam gerektiğini anlamadığımı açıklamak durumunda kaldım. Okul bittikten sonra ne yapmak istediğimi sorunca da pastane açacağımı söyledim, kendisinden gelen cevap ''sen benle dalga mı geçiyorsun?'' oldu. ''E madem öyle, sallayın bir şeyler'' deyince anlaştık. Kampüs Fğans kafası böyle bir şey demek. Kadının klavyesinin Fransızca olması ve benim bu klavyede noktayı bulamamış olmam kendisini iyice çileden çıkardı. Öyle böyle, bütün işleri hallettikten sonra bile aslında halledememiş oldum Fransa'dan gelmesi gereken belgeler bir türlü gelmediği için. Çok tuhaf kafalar, sadece birbirleriyle anlaşabiliyor bu vizeci insanlar. Benim ağzıma sıçarken bir yandan da camın ardında birbirlerine ''oh cherie tais toi quoi'' diye şımarıyorlar. En son öğrenci işleri tipi mekandan çıkarken güvenlik şimdi hatırlayamadığım bir sebepten ötürü ''size şimdi kızayım mı mademoiselle?'' diye bir soru yöneltti, '' éh ben quoi alors putain, e kız bari'' deyip orayı terk ettim ertesi gün tekrar ziyaret etmek üzere. Hayır, insanlar böyle böyle ırkçı oluyor işte diyeceğim o da olmayacak, sana ırkçılık yapan insan da Fransız değil ki. İşte orada anlıyorsunuz Erasmusmuş, Schengenmiş, bunların hepsinin gerizekalıca boş işler olduğunu. Allahtan sonradan İstiklal'de yürürken habire bana deniz mavisi lens hediye etmek isteyen ve düzgün bir delikanlıyla tanışıp ikiz çocuk sahibi olmamı arzulayan deli arkadaşımı gördüm de, normal bir insanla konuşmuş oldum.