Thursday, July 29, 2010

ET

Merhaba. Şu an yazdığım şeyi, Emel'in ev arkadaşı Pelin için yazıyorum, buradan duyurmak istedim. Neden derseniz, Emel dün bize gelmişti. Pelin de ''artık yaptıklarınızı blogdan takip ederiz'' demiş.
Şöyle başlayayım, dün ızgarada et yapacak idik.Et almaya giderken çok heyecanlandım, çünkü uzun süredir et bizim için aşırı lüks bir şeydi. Et sevmiyorum gerçi, ama olmayınca kıymete biniyor bazı şeyler. Hemen Mutlusel'e mesaj attım şu an et alıyoruz diye. O da ''dikkat et, daha sonra 3 liralık Nefisss Et'e dönünce miden bozulur, iyi çiğne'' dedi. 3 liralık Nefisss Et dediği şeyde 50 tane köfte var ve dananın pipisinden bile yapılmıyordur herhalde, o kadar iğrenç.
Sonra da yemek yediğim sırada ''Şu an ağzımın içinde et var'' diye haber verdim Mutu'ya. Fırsatımız olunca çok görgüsüz olabiliyoruz, napalım?
Emel bizi çok pis buldu arkadaşlar. Eve girince ilk lafı, sanki masum bir öneriymiş gibi, ''evinizi temizlesenize'' oldu. Bence ev temiz. Hele salondaki sehpanın üstünü temizleyince çok daha temiz.
Bir de Emel'in vejeteryanlık anlayışını anlayamadık biz.(Sen anlayabildin mi Pelin?) Tavuk yedi kendisi.
Gece de hem üstünü örttü Emel, hem de vantilatörü çaldı. Ben de geri almaya çalışınca ''Nüvövevaa'' dedi, ne olduğunu anlayamadım. Sonra ''verin ya'' demek istediğini belirtti neyse ki. Vantilatörü alırsam nefessizlikten ölebilirmiş, sanki vantilatör oksijen sağlıyor, allah allah. Sonuç olarak vantilatör alındı, Emel ölmedi ama sabah geç kaldı galiba.

Monday, July 26, 2010

Greenpeace'ten küçük bir istek

Selam size okuyucular. Bugün bazı konularda isyan etmek için yazıyorum.Az önce yeni bir takipçimin olduğunu gördüm. Biraz profilini incelemek istedim, ordan oraya geçeren bloglardan birini adı dikkatimi çekti.Şimdi adını vermeyeyim, ama bulmak çok zor olmasa gerek çünkü sadece 4 tane takipçim var.Blogunu okuduğumda çok sıkıcı olduğuna karar verdim. Sonra baktım ki PCnet dergisi mi ne, bu bloga yer vermiş dergisinde. Hayır, bu insanlar bu blogları nereden buluyor da bunlarla ilgili dergilerinde bir köşe ayırıyorlar? Veya böyle meşhur olmak için biz ne yapmalıyız? Şimdi popüler kültürün bir parçası olmak istemediğimi söylerdim ama kedi ulaşamadığı ete ne der biliyorsunuzdur. O yüzden buna hiç değinmeyeceğim. Üstelik bahsettiğim gibi bu blogda çok da ilgi çekici şeyler yazmıyordu, bilindik şeyler işte, babaya isyan falan. Bu doğum günümde de yanımda değilsin vs.
Ya biz ne yapıyoruz? Çok çılgın şeyler yazıyoruz, toplumsal mesajlar veriyoruz, sosyolojik konulara değiniyoruz. Aşk var, terk edilmek var, ihtiras, öfke, isyan...Ne ararsanız var. 4 takipçiye sahipmişiz gibi görünse de bizi seven milyonlarca kişi olduğuna eminim. (evet, kesin vardır...)
Bunun dışında canımı sıkan bir konu daha var. Az önce Hare markalı likörün yeni bir ürünü için isim bulma yarışması olduğunu gördüm, ödülü de Antalya'da bilmem ne otelinde, ki kendisi 5 yıldızlı, 3 günlük bir tatilmiş. Hemen tıkladım ve karşıma çıkan sayfa her zamanki gibi şuydu: '' Katılımlar için teşekkür ederiz, bla bla.'' Neden bütün isim bulma, logo keşfetme, oylama, en güzel yorum, en güzel slogan, bedava bilet yarışmalarının bu kısmında ortaya çıkıyorum? Neden bir kere de bu tür şeylere katılamadım, ödül alamadım? Hadi ödülü geçtim, yarışmanın sonunu bekleme heyecanını bile yaşayamıyorum. Otellerin yıldızlarını da, kendilerini de sevmem çünkü ne kadar çok yıldız varsa o kadar otel içinde tıkılı kalmaya zorlanıyorsunuz. Bir oteldeki tek işe yarar şey klima oluyor, o da benim kişisel tercihim, sıcaktan nefret etmemden ötürü. Bunun çözümü de böyle sıcak yerlere gitmemek, 5 yıldız değil. Bunları beni yanlış anlamayın diye söylüyorum, Antalya'ya veya yıldızlara veya otellere bayıldığım için değil isyanım.
(Otel demişken, bugüne kadar kaldığım en güzel yer Fethiye'deki CC's adlı şipşirin ve uygun fiyatlı pansiyonumsu yerdi. Giderseniz oraya uğrayın.)

Şimdi ben ne mi istiyorum? Greenpeace Akdeniz dergisinde ve aylık bültenlerde benim bloguma yer verilsin istiyorum. Madem onlar PCnet dergisine çıkıyor, ben de benden olan bir şeyde yer almalıyım en azından. PCneti de sevmem zaten. Ne dersiniz Emel, Özay, Bilge, Burak ve diğerleri?

Sunday, July 25, 2010

Mağduriyet

Selam. Çok mağdur bir haldeyim. Bildiğiniz gibi Mutu tatile gitti, ben burada kaldım. Olan yine bana oldu, ödemediğimiz faturalar nedeniyle medeniyetle ilişkim kesilmek isteniyor.Bugün en doğal hakkım olan doğal gaz kesildi, soğuk suyla duş almak zorundayım. Belki de yarın da elektrikler kesilir, belki de bir daha görüşemeyiz. Bundan tabi ki bir ders çıkardım ve artık faturaları biriktirmeme kararı aldım. 3 faturadan sonra çok cıvıklaşıyor olay, iyice sarkıtıyorsunuz. Enerji [D]evrimi biraz da bizim evde gerçekleşsin, en azından elektriksiz kalmayalım. Biliyorum şu an saçmalıyorum, neyse bir soğuk duş alıp kendime gelirim birazdan.
Bugün çalışmada ne oldu biliyor musunuz, bir çiftin yanına gidip anlatmaya başladım. Kadın hayatında ilk kez duymuş olmalı bu tür şeyleri, çok şaşırarak forma sarıldı dört elle. Sonra erkek arkadaşı ben düşünmüyorum deyince çok sinirlendi. '' Ercan, bana bak, cimri misin nesin, çabuk dolduruyorsun o formu, çok fena yaparım. Ercan bak beni sinirlendirme, hemen at o mesajı, onay koduna kadar göstereceksin kıza. Cimri gibi davranma Ercan, delirttin beni Ercan.'' diye diye adama form doldurttu, zorla. Çok süperdi, işte o masada çok eğlendim. Ama adama o kadar acıdım ki bir an, daha sonra arayıp biz sizin formu iptal ettik, gözlerinizin dolmasına dayanamadık, kız arkadaşınıza haber vermeyeceğiz merak etmeyin demek istedim. Bir de ayrıca kadın şöyle bir şey söyledi: ''Sizin neden reklamlarınız dönmüyor televizyonda, çocuklar duymasın her gün ekranlarda mesela.'' İlk başta anlamadım ama 'çocuklar duymasın'dan kastı Unicef adlı şeymiş.
Son olarak her gün yaşadığım bir ikilemden bahsetmek istiyorum. Minibüse bindiğimde boş koltuk yoksa, şoförün yanındaki pufumsu şeye oturmak isterim hep. Oturulacak kadar geniş olanlara zaten otururum da, bazıları cidden çok küçük duruyor. Otursam mı, oturmasam mı karar veremiyorum. Ya adam kalk oradan derse, ya popom sığmazsa diye korkuyorum. Popom küçük olduğu için ilk seçenek daha önemli aslında. Ama yine de popom sığmazsa da utanıp kalkamam, böyle de bir şey var. Nefret ediyorum o küçük puflardan.
Mutlu kalın.

Thursday, July 22, 2010

Mutlusel üzerine

Merhaba. Mutlusel blogumuza küsmüş biliyor musunuz? Çünkü bu blogu ikimizin maceralarını yazmak için açmıştım. Mutlusel blogun amacından çıktığını ve artık greenpeace günlüğü gibi bir şey olduğunu savunuyor; yalan. Ben aklıma gelen şeyleri yazıyorum, bence Mutlusel blog yazmayı unuttuğu için kendi suçunu bastırmaya çalışıyor. Benim görevim okuyucularımın istediğini vermektir, hayret bir şey.
Ayrıca Mutlusel şu an tatilde. Ben burada kıçımdan ter akarak yaşamaya çalışırken, vantilatörün düğmesini 2'ye getirmemek için kendimi parçalarken, o denize girip serinliyor ve bu şekilde konuşması hoş değil, evet biraz kıskandım. Bu sene ilk kez tatile gitmedim çünkü. Ama her an gidebilirim tabi ki.
Yine de Mutlusel çılgınını özlemedim değil. Bizim ev Mutlusel'siz çok salak olmaya başladı. Kediyle de tek başıma uğraşmak zorunda kaldım, o ayrı.
Dostlar inanın Mutlusel olmadan hiçbir şey yapasım yok. Fıldır fıldır gezmeyi biliyorum gerçi, ama eve gelip bulaşık falan yıkayasım gelmiyor hiç.
Mutlusel, While you are away, my heart comes undone.

Tuesday, July 20, 2010

Size bir iş teklifim var!

Selam. Benim bir derdim var, bunu çözebilecek olan kişiye para ödülü verebilirim, veya maaş bağlarım. Durum şu; bizim mutfakta duran bir çamaşır makinemiz var. İlk eve taşındığımızda makinemiz yoktu ( ki ilk dediğim; 4-5 ay makinesiz durduk ) ve evin her tarafı çamaşırlarla doluydu. Hadi benimkiler yıkanıyordu ama Mutlusel'in artık giyecek bir şeyi kalmadığından her gün Marmara Butik'ten yeni kıyafetler almak zorunda kalıyordu. Bu işe bir son verip Onur'ların eski makinesini eve getirttik. Bir sürü hayalimiz vardı ama 1-2 ay boyunca Onur'un, oğlundan ayrıldıktan sonraki gün sabahtan bu yakaya geçip piposunu fırlatmaya ve bana küfretmeye üşenmeyen babası, çamaşır makinesini ben bağlayacağım dediği halde bir türlü gelemedi. Artık canımıza tak edince annemden makineyi bağlatmasını istedik. Çünkü bizi hep kazıklamaya çalıştılar bu konuda.
Makineyi bağlamaya gelen adamı yazıklar köşesine oturtmak istedim inanın. Bu kadar mı yazık olabilir bir insan? 90 yaşında, bağıra çağıra konuşan bir herif bu. Makinenin borusuyla gider borusu birleşemeyince boruyu yalayan bir insandan bahsediyorum. Çok profesyonel. Ayrıca kendisi annemin omzundaki kelebek dövmesini görünce '' Niye çaktın o böcüğü?'' diye sordu.
Neyse, sonuçta makine bağlandı, adam içeride makinenin borularını yalaya yalaya takabilmesinin coşkusunu yaşarken, biz de Mutlusel ile içeride sevinçten koltuktan koltuğa atlıyor ve temiz çamaşır kokusunu burnumuzda hissetmeye çalışıyorduk. Ama makineyi denediğimizde çalışmadı. Profesyonel makine bağlayıcısı makineye tekme atınca azcık çalışır gibi oldu, bu sefer de kapağı ya kapanmıyordu ya da açılmıyordu. Sonuçta makineyi oğluna devretti ve ertesi gün makinemiz bağlanmış oldu ve çalışıyordu.
Şimdi '' ve sonra her gün çamaşır yıkadık'' diye bitirmem gerekiyor ama yapamıyorum. Çünkü Mutlusel çamaşır yıkadıktan sonra onları balkona asıyor ve 1 ay orada kalıyor bu çamaşırlar. Sonra 3-4 gün yağmur yağdıktan sonra çamaşırları toplamak için balkona geçiyoruz. Arada çürüyüp düşenler oluyor, alt komşu düzenli olarak getiriyor bu çamaşırları. Yani biz sadece çamaşır yıkayıcılarız; toplayıcı değiliz. Öncelikle, bizim için çamaşır toplayacak bir emekçiye ihtiyacımız var.
Şimdi geliyorum benim sorunuma. Ben geçen gün ilk kez çamaşır yıkadım. Daha sonra çamaşırı çıkartmadım makineden. Unuttum. 2 gün öylece beklediler yuvarlak camdan dünyayı seyrederek. Daha sonra aklıma geldiğinde çok geç olmuştu, o gün iş vardı ve kıyafetimi giymek zorundaydım. Aceleyle çıkardım kıyafetleri, aman tanrım ne pis kokuyorlardı. Küflenmeye başlamışlardı sanırım, havasızlık ve nem bir araya gelince. Korkuyla iş t-shirtümü titreyen ellerle burnuma götürdüm ve yıkıldım. Onu ütüledim, kuruttum, üstüne parfüm boşalttım, havalandırdım, camda silktim. Aklıma gelen her şeyi yaptım ve biraz da olsa kokusu gitti. Ama diğer çamaşırlar boklu boklu kaldılar öyle ve tekrar yıkamaya atmak zorunluluğu ağır bastı. Ama atamadım çünkü yine çıkarmayacağımı biliyordum. En iyisi bütün gün evde olduğum bir zaman yıkayayım da, çıkarıp asmak için bir bahanem (ve zamanım) olsun dedim. Arada 3 hafta geçti. ÇAMAŞIRLARIMI YIKAYAMIYORUM. Ayrıca yıkasam ve çıkartsam da asmayacağımı biliyorum. Allah rızası için, çamaşırlarımı yıkayacak, zamanında makineden çıkaracak ve asacak, sonraki gün de toplayacak biri çıksın. Parası neyse veririz.

Monday, July 19, 2010

ayrılığın en ızdıraplı yanı eşya exchange'idir

Merhaba. Birkaç haberim var. Onur'dan ayrıldığım için eşyalarımı babası ile bizim eve bırakmış, babası şerefsiz diyerek, sabahtan yazdığım ''pipomu istiyorum bir tek'' yazısını buruşturarak atmış, sonra da özür dilemiş. Bu ne?
Şimdi bir sürü saçma ve güzel eşyam var. Ama Onur nedense benle hiç alakası olmayan bütün eşyaları da toplayıp yollamış.Bence bahar temizliği yapıyorlar, kilere atılmayan her şeyi bana postaladılar. Çünkü saçma sapan vesikalıklar ve daha önce görmediğim GS formaları falan var. Hangisini nereye tıkıştıracağımı şaşırdım. Niye yollandığı belli olmayan kravatı eve yeni gelen küçük kediye oyun olsun diye bir yerlere astım, ondan kurtulduk. Ama diğerlerini ne yapacağımı bilmiyorum. Sevgilisinden ayrılanlar için eski-sevgilinin-eşyalarını-satma sitesi diye bir şey varmış. O siteye girip satışa mı çıkarsam? İnsan neden duvarındaki penguen resmini söküp bana yollar? Veya Kinder Surprise'den çıkan oyuncakları? Odasının ampulünü? Tatildeyken tanıştığımız bir adamdan alınan kartviziti? Geri dönüştürülebilecek olan her şeyi attım ama ortada kalan şeyler var. Kimisi de para edebilecek şeyler. Bu konuyu sahibinden.com'a falan danışmam gerekiyor.
Peki Onur'un gizlice msn'imi açması, konuştuklarımı sessizce takip etmesi ve sonra Ezgi beni aldatıyor diye sohbet günlüğümü kopyala yapıştır yöntemiyle facebook'taki arkadaşlarıma yollamasına ne demeli? Evet biraz utandım, çünkü konuşmamın bir yerinde Şirinler'in 3 boyutlu filmi çıkıyormuş, ben Şirinler'e bayılırım demiştim.
Bu sabah çok tuhaf şeyler oldu ayrıca, ama galiba anlatırsam olmaz. İçinde meme var bu olayın. Hayır benle alakalı değil.
Ben çok mutluyum biliyor musunuz? Hayatımda hiç bu kadar mutlu olmamıştım. Umarım siz de çok mutlusunuzdur.
Ha son olarak, Mutlusel küçükken portmanto kelimesini pertmento diye telaffuz ediyormuş.

Monday, July 12, 2010

Mısır teorisi

Bugün hepinizi şok edecek olan bir teori ortaya atmak istiyorum. Bu benim uzun zamandır düşündüğüm ve fakat Onur ve Burak dışında kimseye söylemediğim bir şey. Mısır yiyerek hiçbir yere gidilmez. Yani şöyle düşünün, mısır yiyerek bir yere gidiyorsunuz, o andaki ifadenizi ve yaptığınız eylemi gözünüzün önüne getirin. Ne kadar ciddi olabilirsiniz? Ne kadar ciddi işleriniz olabilir veya ne kadar ciddi bir işi halletmeye gidiyor olabilirsiniz? İsterseniz çok pahalı bir takım elbise giyiyor olun, isterseniz elinizde süper pahalı bir cep telefonu olsun ve şirketinizde olmakta olan çok önemli şeyler hakkında bir tartışmada olun; mısır yiyerek bunu yapıyorsanız, ciddiyet konusunda hiçbir yere varamazsınız. Mısır yerken ciddi ve karizmatik olabilen tek insan Burak, gerçi bu onun kendi iddası...
Bu bahsettiklerim suda haşlanmış olan mısır için geçerliydi.O ateşte kararmış mısırlardan hiç bahsetmiyorum zaten, hem ciddiyet sıfır, hem de dişinizin arasında siyah siyah şeyler kalacak.

Sunday, July 11, 2010

Çok dokunaklı bir blog daha

Gelen yoğun istek üzerine, bu blog hem daire 5'in fıstık kızlarının maceralarıyla, hem de benim çalışırken yaşadığım absürd şeylerle alakalı olacak (o halde.) Bugün boğaz çalışması vardı, yani İstinye sahiline gittim. Defalarca karşılaştığım bir tepkiyle yine karşılaştım. O da şu: ''Sen bu işi parayla yapıyorsan, yani hem okuyup hem çalışıyorsan seni dinleriz.'' Bu insanlara olay sadece para değil, ben uzun zamandır greenpeace destekisiyim, şimdi de böyle bir işte çalışıyorum dediğimde, ''hıı olmaz o zaman, ben ihtiyaçta yapıyorsun sanmıştım'' diyorlar. (HA?)Bu da çok saçma. Yine bugün sıra sıra uğradığım mekanlardan tekinde bir adam ''aaa sizden de kurtulamıyoruz, önce çay bahçesinde yakaladın beni ve hayır dedim, sonra restoranda yakaladın, şimdi de tavla falan oynamaya geldik ve yine sen!'' dedi. İçimden bütün gün orada burada gezeceğine yararlı bir iş yap bari demek geçti ama diyemedim, kolay gelsin dedim yine. En saçması da şuydu sanırım; yine adamın teki ''greenpeace silahlı bir örgüt olmadıkça destek vermeyi düşünmüyorum'' dedi, ve gayet ciddiydi. Aslında olabilir, tüm bu insanların kafasına silah falan dayamak isteyecek kadar sinirleniyorum bazen. Ama yine de hiçbir zaman bugün keşke çalışmasam veya çok yoruldum dediğim olmadı. Ayrıca 6 günde 25 destekçi yapmanın keyfini anlatamam sanırım, nihayetinde bu saçma sapan tüketim toplumunda, hiçbir derdi olmayan ve verdikleri para/ilgi karşılığında o anda ellerine somut bir şey geçmesini bekleyen insanların arasında kendimi yabancı gibi hissediyorum, bu süper bir şey. Ve çoğu insanın da ellerinde o anda hissedebilecekleri, dokunabilecekleri ve görebilecekleri bir şey istediği için bizi dinlemediğini düşünüyorum, çünkü onlar sadece bir şeyler satın almak istiyor.

Saturday, July 10, 2010

Bugün karşılaştığım paranormal olaylar

Ezgi'den selamlar. Bugün çalışma sırasında çok tuhaf tepkilerle karşılaştım, bunları daha sonra unutmamak için ve insanların ne kadar gerizekalı olduğunu görebilmeniz için şu anda yaptığım şeyi yapmaktayım, siz de okuyun üşenmeden. Bir barda çalışırken önce ''izin'' almamız gerekiyor, izin aldığımız sırada garsonlardan teki gelip BEN PUNKÇIYIM diye göğsünü açtı. Çok mantıksız. Daha sonra oranın sahibi önceden izin alındığı ve orada çalışma yapıldığı halde ''ben sizi tanımıyorum, izin de vermedim'' diyerek bizi çıkardı. Birisi 'krempiis ne?' dedi. Daha sonra adamın green'i okuyamayıp peace'i okuyabilmesi dikkatimi çekmedi değil. Sadistin teki de beni sonuna kadar dinleyip ''ooh evet evet orkinosların katledilmesi şu an bütün gecemi mahvetti!'' diye bağırıp telefonunu -destekçi olmak için- çıkardı, bütün işlemleri gerçekleştirdikten sonra onay mesajına evet yazarak cevap vermesi gerekiyorken, telefonu masaya fırlatıp '' hayır, onay mesajına cevap vermiyorum, ben vazgeçtim'' diyerek beni masasından kaldırdı. Dün Emre Altuğ ''hükümet zaten askeri gücünü kullanarak Türkiye'ye nükleer santral inşaa etmek isteyen Rusya'ya izin vermeyecektir ki!'' dedi. Sonra da bu salağın fikrini değiştirmek için 2 saat konuşmak zorunda kaldım ve geciktiğim için azar işittim. Sonra.. Cihangir'in en pahalı yerlerinden tekinde, ki kendisi lüks bir otelin barı oluyor, şarap şişesi açtırırken ''ben öğrenci olduğum için maddi durumum hiç iyi değil'' diyen o kız vardı, onu boğmak istiyorum. Bugün karşılaştığım en güzel insan, çok korkunç bir birey olan, şişman ve metalci, kapkalın sesli Hızır adlı bankacıydı. İşte onu alnından öpmek istiyorum.
Okur mu bilmiyorum ama takım liderim olan mükemmel insan Burak'ı da çok seviyorum. Bunun bugün bana hediye ettiği t-shirtle hiçbir alakası yok, yolunuz greenpeace ofisine düşerse, kendisini ziyaret edip elini falan öpün. Ama çok da rahatsız etmeyin.
Ayrıca bana hangi okulda okuyorsun ve bölümün ne diye soran insanların, Fransızca hede hödö cevabını aldıktan sonra ''voulez vous danser avec moi? / parlez vous français mademoiselle?'' gibi sorular yöneltmesinden aşırı derecede sıkıldım, c'est pas genial du tout.
He ayrıca, benim hiç konuşmayan, daha doğrusu konuşmaya üşenen bir insan olduğumu düşünenler, beni tekrar yüz yüze gördüğünüz vakit çok şaşıracaksınız. Bu yüz yüze projesi sayesinde -veya yüzünden- saniyede 700 kelime türetebilen bir insan oldum.

Saygılarımla.

Sunday, July 4, 2010

Tasarruf Günleri

Merhaba, bugün size paranızı nasıl cebinizde tutabileceğinizi anlatacağım. Tasarruf önemli şey.
Bunu yazma nedenim şu; bugün İstinye Park'a çalışmak için gittim. Meğer orada çalışma yokmuş ama konumuz bu değil; sonuç olarak yaklaşık 1 saatimi İstinye Park'ın gerizekalı havasında geçirdim. İnsanların sahip olmak için para dökmek zorunda olduğu şeylere beyinsiz gibi baktıklarını fark ettikten sonra, tüketim çılgınlığına nasıl direnebileceğimiz hakkında bir yazı yazma gereği duydum.

Öncelikle İstinye Park'a gitmeyin. DİA çok güzel.

İstinye Park'taki bir dükkanda karşılaştığım şey şu; basit bir TÖRPÜ'nün bile binlerce çeşiti var. Yok camıymış yok bilmem nesiymiş... Bunlarla -ve makinür tarzı şeylerle- ilginiz olmaması için tırnaklarınızı yiyin.

Stres atmak için alışveriş merkezlerine akın etmeyin. Parka gidip çay için, çayı da termosta götürmek bir sonraki seviye olabilir.

Makyaj malzemelerinin zararları hakkında bir sürü yazı okuyun. Örneğin rujun içerdiği saçmalıkları okuduğumdan beri rujum bitti-rujum silindi gibi salak dertlerim yok.O da yetmezse o her gün kullandığınız ve fakat sizin suratınızda meymenet olmadığı sürece hiçbir boka yaramayan kozmetik ürünleriniz için kaç tane hayvan denek olarak kullanılırken acı çekerek can veriyor, bunu araştırın. Eğer çok kalas biriyseniz ama yine de bu tasarruf işi size hitap etmekteyse, bu sefer de makyaj malzemesi almak yerine tester dediğimiz şeylerden yararlanmayı deneyin. Ama sizden önce sivilceli pis bir insan onları kullanmışsa, sorumluluk benim üstüme kalmasın.

Örneğin bir işiniz çıktı ve alışveriş merkezlerinden tekine -nedense- gitmek zorunda kaldınız. Vitrinlere bakarken gördüğünüz her şeyin sizin olması gerektiğini düşünmekten vazgeçin. Onlar orada duruyor. İşte.

Marka giyinmek istiyorsanız, Marmara Butik'e gidin. Hem marka giyinin hem de 1tl'ye sahip olun bu markalara.

Evlenin.

GDO'lu ürünlere akın edin, öyle ekolojik pazarlarmış falan, bunlarla uğraşmayın. SİZ FAKİRSİNİZ.

Dışarıda 15 tl'ye makarna yemeyin, çünkü amacınızı biliyoruz; sadece çukur tabakta yemek istiyorsunuz o dandirik gıda maddesini. 1 tl'ye alın, kendiniz evde yapın. Pazardan aldığınız çukur tabakta tadını çıkarın.

Tansaş vb kazıkçı marketlerde kilosu 9 tl olan kirazın üstüne tükürüp, cuma pazarının kurulmasını bekleyin.

Pazar kurulduğu gün biraz sabırlı olup, akşam 6-7 gibi hazırlanın ve pazara koşun. 3 tl'lik karnıbaharı 1 tl'ye alın.

Otobüse orta veya arka kapıdan binin, para vermeyin.

En kolayı da, terk ettiğiniz odaların ışıklarını kapatın. Kullanmadığınız suyu açmayın. Gibi.

Bu uyarılarımı dikkate alırsanız sizin de ordan buraya gitmez, gezip dolaşmak, biraz sulu bira içmek için paranız olabilir. Ama günün birinde sahip olduğunuz tüm paranın IETT ve DIA'ya gittiğini fark edince bana ve kaderinize kızabilirsiniz. Hayatınızda paranın satın alabileceği başka hiçbir şey olmayacak çünkü. Neyse o zaman da destekçimiz olursunuz bari.

Saturday, July 3, 2010

ezgi acar'ın iddialarına tokat gibi cevap


merhaba, ben mutlusel. sanıyorum ezgi acar'ın asılsız iddialarından sonra bana bir cevap hakkı doğdu. şu an buraya onlarca saldırgan cümle sıralayabilirim ama yalnızca tek bir soru soruyorum, lütfen elinizi vicdanınıza koyup yanıtlayın:

SİZCE EZGİ'NİN TÜM BU ASILSIZ İDDİALARI ORTAYA ATMAK İÇİN BENİM SİVAS'A GİTMEMİ BEKLEMESİ YALNIZCA BİR TESADÜF MÜ?

hiç sanmıyorum.

şimdi size bir kaç alakasız konudan bahsetmek istiyorum. bu alakasız konuları birbirine bağlamam imkansız olduğundan aktarımımı maddeler halinde yapacağım.

1.BU EVDE BANTLAR HANGİ AMACA HİZMET EDİYOR?

belki içinizde bilmeyenler vardır, bu yıl İKSVnin caz festivali görevlisi olarak seçtiği prezentabl kişilerden biri benim. bu yüzden bir caz festivali afişi edinmem kaçınılmazdı. nitekim afişi 26 haziran gecesi george dalaras konseri ardından eve getirdim. yer bulunamadığı için kapının girişinde bulunan ve üzerine bir şeyler bırakılan koltuğa bıraktım. afiş o gün bugündür orada yatıyor. bunun sebebi gayet evde bant bulunmaması veya bizim üşengeçliğimiz olabilirdi. evet olabilirdi, eğer ezgi bir kaç gün önce tam bir sanat düşmanı gibi lezzet sofrasının broşürünü odalarımızın arasındaki duvara yapıştırmasaydı.


3. ÇEVRE SORUNLARINA DUYARLIYIZ

çevre sorunlarına duyarlı olduğumuz için evde yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz şey var.

Friday, July 2, 2010

ilk çalışmamızdan izlenimler

Merhaba, bugün Onur'la birlikte Greenpeace'in yüzyüze projesinde çalışmaya başladık. Gün sonunda fark ettiğimiz şey şu; entel veya zengin görünen herkes gerizekalı birer manda. Bu tanıma kimler giriyor? Saçında bandana, çiçekli etek, tiril gömlek giymiş ve kitap taşıyan kızlar, boynunda fular olan benim şile bezi dediğim halk arasında adının ne olduğunu bilmediğim kumaştan yapılmış gömlek veya pantolon giymiş, çarıklı, uzun saçlı/sakallı erkekler ve iş adamı tipli takım elbiseli şişman insanlar.15tl'lik bira içip kredi kartı kullanmıyorum veya maddi durumum kötü demek nedir salak, istemiyorum de biz de siktirip gidelim.
Aslında sizi hiç dinlemeyecek dinlese de anlamayacak gibi görünen tüm destekçilerimize de sevgiler buradan.

Thursday, July 1, 2010

RFF: Random Facts File

Bugün belirli bir konudan bahsetmek istemiyorum, aklımda 2 şey var. Mutlusel'in evde olmamasını fırsat bilerek size bir konuda ılmak istiyorum. Eminim ki Mutlusel diye birinin olmadığını sananlar var içinizde, çünkü sürekli benim bloglarımı okuyorsunuz. MUTLUSEL VAR. Belki de onun çok meşgul bir insan olduğunu düşünüyorsunuz, o yüzden yazacak fırsat bulamıyor, veya unutuyor olabilir. İşte şimdi gerçekleri açıklama zamanı. Mutlusel, benim gibi akıcı ve komik blog yazamayacağını düşündüğü için yazamıyor arkadaşlar... Bunu bana kendisi söyledi, kendimi beğenmişlik falan yapmıyorum. Üstelik bilgisayarında yarım bırakılmış bir çok blog gördüğümü de eklemem gerek. Çok kasmış ama sonunu etkileyici bitiremediği için yayınlamaktan korkmuş, altından kalkabilir miyim acaba diye soğuk terler dökmüş. Ondan sonra da, o meşgul biri gibi görünürken ben boş gezenin boş kalfası gibi her gün blog yazıyorum. İşte artık evimizin hiç konuşulmayan ama herkesin bildiği sırrını siz de öğrendiniz.

Gelelim ikinci konumuza. Bugün msn'den Ece adlı arkadaşımız bir ricada bulundu. Kendisinin uzun süredir blogumuzun gerçek bir takipçisi olduğunu biliyorduk zaten. Daha önceki yazılarımdan birinde geçen ''yazıklar köşesi'' teriminin anlamını sordu. Gerçi yazıklar köşesi diyeceğine ''ziyanlar köşesi'' dedi, o ayrı. Olsun.
Yazıklar köşesinin ilk temelleri geçtiğimiz ekim ayında atıldı. Yine her yazımızda lafı eksik olmayan komşularımızın bunda etkisi büyük... Kapının önüne biz alalım diye çöp biriktirmelerin yeni başladığı dönemdeydik... Sehpamsı, ne olduğu bugün bile anlaşılmayan bir şey bıraktılar önce, bir de sanırım üstüne koyalım diye bir fil biblosu. Geçtiğimiz aylara kadar evdeki en lüks şey o fil biblosuydu. Sonra günlerden bir gün, Mutlusel yolda oyuncak satan bir adamdan sırf çok acıdığı için zıplayan bir kanguru oyuncağı almış. (Acıdığı şey adam değil, kanguru.) Bizim böyle saçma sapan şeylere içimizin parçalanması gibi lanet bir huyumuz olduğundan, yüreğimizi dağlayan ve bakıp bakıp '' yazıııık'' dediğimiz her şeyi bu fil biblosunun sağına, soluna, arkasına, önüne, üstüne, hortumuna ve hatta dişlerinin arasına sıkıştırmaya başladık. İşte yazıklar köşesinin hikayesi budur... Biraz melankolik olalım, biraz ağlamaya ihtiyacımız olsun, hemen kafamızı sağa çeviririz ve çilekeş dostlarımızı dertlerimizi paylaşmak üzere orada hazır buluruz...

Şimdilik veda etmek zorundayım sevgili dostlar, çünkü annemin geçen sene 5tl'ye aldığı KAWAİ -olmayabilir, salladım- marka anteninin resim koyma bölümüne, mutlusel'in saçma sapan bir resmini koymak üzere harekete geçmek üzereyim. ''Resim denmez, fotograf denir!'' diye bana sitem ediyor olabilirsiniz, yok; bu tür antenin içine geçmeli şeylere fotograf değil, resim diyoruz.