Saturday, July 19, 2014

Kargalar başta olmak üzere çeşitli hayvanlar

Merhaba. Adeta ben uyuyamayayım diye (hem iç hem dış) kozmosdaki tüm unsurlar bir araya gelmiş gibi. Ben iki senedir uyuyamıyorum, çünkü benim iki senedir bahçemde iki bin tane karga var ve bu iki bin karga "karga bokunu yemeden" lafını onamak adına her sabah beşte avazı çıktığı kadar bağırıyor. Ben iki senedir kargalara çok sinirliyim. Ben kargalara çok sinirli olduğum anlarda aslında yıllardır ağzını açıp da beni ısırma zahmetine bile girmeyen zavallı sivrisinekçiklere de çok sinirleniyorum, zira az önce bir tanesi burnuma girdi. Ama bütün bu hayvancıklar beni uyutmadıkça ben birçok başka şeye de çok sinirleniyorum. Mesela hayata çok sinirleniyorum. Mesela eşekler gibi çalışmaya, bazen çalışırken gözyaşlarına boğulmaya, karşılığında kiramı bile zar zor karşılayan bir ücret almaya, kiramı karşıladım derken internetimin borcundan ötürü kesilmesine, efendime söyleyeyim; bir tanecik faturayı ödeyemedim diye elektriğimin gitmesine, hepsini hallettim derken alt komşumun aidat istemesine çok sinirleniyorum mesela. Yalnızca temel ihtiyaçlarımı dahi zar zor karşılayarak bok kokusu içinde bu saçma sapan yerde yaşamanın bu kadar zor olmasına çok sinirleniyorum. Yaptığım işler karşılığında kestiğim faturaların katma değer vergisi ve stopaj adı altında yarısının vergi olarak gitmesine sinirleniyorum. Türk Dil Kurumu'nun şapka kanununu bu kadar muallakta bırakmasına epey sinirleniyorum ben. Gece susadığımda evde su olmamasına, sabahları dolapta kahveye koyacak süt bulamamaya, uzay çağında hâlen de/da/ki'leri doğru kullanamayan insanlara çok sinirleniyorum. Sabahları haber okurken sinirleniyorum, akşamları Kurbağalıdere'nin bok kokusuna sinirleniyorum. Bütün bunları annem okuyup da "yaa, işte hayatı öğreniyorsun kızım" diyecek diye kendi kendime sinir oluyorum. Hayatta olmak bu kadar zor olmamalı.

Yine de hayatı çekilebilir kılan şeylerden biri galiba etrafımı sarıp bütün uzuvlarıma nüfuz etmeye çalışan hayvancıklar. Kargaların iki senedir devam eden beynime girme çalışmaları bir kenara dursun, ağzıma giren kurbağadan, (biraz önce) burnuma giren sivrisinekten, günlerce kanadı kırık diye sakınıp sakladığım ve nihayetinde boğazıma kaçıp ölen sinekten haberiniz vardır. İşte böyle çeşitli saçmalıklara, akşamları içtiğimiz şarapların dandikliğine, tanıdığım tüm güzel insanlara, bahçedeki kaplumbağaların çiftleşmesine falan gülüyorum epey.  Sırf kondisyon aletlerinde yaptıkları saçma sapan muhabbetleri dinleyeyim diye sabahları gidip parkta oturuyorum mesela arada sırada. Bir saat sonra kargaların ortadan kaybolmasıyla ötmeye başlayacak kumruları çok seviyorum sonra. Yani çabalıyorum anlayacağınız. Şapka kanununa bile güldüğüm oluyor, ne yalan söyleyeyim. Beni tam bir sene sonunda blog'uma yeniden yönelten kargalara teşekkür ederim, iyi sabahlar.

Sunday, August 18, 2013

Tatil yerlerimizi eleştiriyorum

Merhaba. Kısacık bir İzmir tatilinden döndük, hem eğlendik hem üzüldük.

Öncelikle bu benim uzun süre sonra ilk deniz-güneş-kum tatilimdi. Aslında denizi de güneşi de kumu da tatil kapsamında hiç sevmem ama herkes denize gidince biz de bunaldık İstanbul'dan işte. Fakat tabi ki aksilikler yine peşimi bırakmadığından ve yola çıkmadan önceki gece kilometrelerce bisiklete binip rüzgarı bünyeye iyice yedirdiğimden dolayı sabah kalktığımda boynum ve sırtım tutulmuştu.

Ertesi gün ağlaya ağlaya ve sırtımda sıcak su torbasıyla arabaya bindim ve yola çıktık. Yanımıza almamız gereken en önemli şeyi almamıştık oysa; MÜZİK. Bu yüzden bir hafta boyunca ben diyeyim Virgin Radio, siz deyin Metro FM, Power Fm, hep bunlarla geçti günlerimiz. İnsanlar gerçekten bunlarla kirletiyorlar mı beyinlerini? Artık Selena Gomez'in 2 (iki) adet şarkısını bilen bir insan olarak hayatıma devam etmek zorundayım. Tam da mezun olup yüksek lisans yapmayı planlarken hem de.

Ben tatil boyunca hiçbir zaman deli gibi eğlenemiyorum. Bunun ilk nedeni gittiğim her yerin inanılmaz pis olması. Mavi bayraklı diye övündüğümüz plajlarımız pislik dolu mesela. Gerçekten merak ediyorum, kimsenin mi gözüne batmıyor sahillerdeki pet şişeler, sigara paketleri, efendime söyleyeyim, sigara izmaritleri falan? Yoksa ben mi çok uzak kaldım sahillerden de bütün bunlar normalleşti? Şöyle temiz, böyle muhteşem, böyle dünyada bir tanecik dediğimiz her yer bok içinde affedersiniz. "Alın sahilleriniz sizin olsun o zaman, biz de ören yerlerimizi gezeriz" desek, yine aynı şey.

İzmir de, maşallah, ören yeri cenneti. Efes'e gitmeden önce başka antik şehirleri de gezdik, kahrolduk gezerken. Antik tiyatronun taşlarının arasında kirli günlük ped vardı mesela. Elbette kilisenin duvarlarının "HASAN (KALP) ESMA" yazılarıyla döşeli olduğunu söylememe gerek yoktur. Yani azcık değerli olsa o yerler gözünüzde, gidip pedinizi orada değiştirmezsiniz, değil mi? Madem o kadar değersiz şeyler bunlar, ne diye 36 derecelik bir havayla boğuşurken onca yolu tepip de oralara çıkarsınız ki? Bunca zahmet niye yani?

Bir de şu şezlong vs almasanız da 20-30 lira vererek girdiğiniz plajlar var ya, çok sinir bozucu değil mi? Hayır yani, neyini satın alıp sahip oluyorsun ki oraya? Aynı suda iki kez yıkanılmaz ki. Herkes gerizekalı gibi iki adımlık yere tıkılmış, Power FM eşliğinde denize giriliyor. Kimse de demiyor ki biraz ileri gideyim de boğulup kurtalayım şuradan; herkes hâlinden memnun gayet.

Son günümüz de Kuşadası'nda geçti. Tüm yazlık yerlerin salak gibi öğlen 12'de plaja (beach) inip bronzlaşmak adına güneşin tüm zararlı ışınlarını emip bitiren aptal kızları, akşam olduğunda topuklu ayakkabıları, makyajları ve şıkır şıkır gece kıyafetleriyle gecelere akıyor. Belki de bir tek bana tuhaf geliyorduk ama yazık yere giderken "dur çantama bir de gece elbisesi ve ona uyan ayakkapı/el çantası koyayım" dediğimi hayal bile edemiyorum ben mesela. Zaten gecelere aksan da yine Power FM, ne yani?

Bütün bunlar olurken benim boynum hâlâ tutuktu ve şu anda da öyle, ama tüm engellere ve üzücü şeylere rağmen çok keyifliydi. Nispeten çok sakin koylar bulduk, zeytin ağaçlarının altında yemekler pişirdik, Şirince'de şarap içtik, köylü bir teyze tarafından kazıklanıp dağ kekiği almak zorunda kaldık. İstanbul'a döndüğümüze üzülmedik değil; ancak en azından Radyo Eksen'e kavuşmuş olduk.

Öperim.

Thursday, January 31, 2013

Akraba, Akraba Çocuğu ve Aile Salonları

Merhaba. Az önce biricik dostum Çiğdem'in, evlerine gelen 'akraba' nitelikli misafirlerle yaşadığı küçük macerayı okudum. Çiğdem yazısını ''söz, ben ileride kimsenin akrabası olmayacağım,'' diyerek sonlandırmış. Cidden ne pis bir şeydir akraba öyle, yani akraban olmasa yüzüne bakmayacağın adamla yüz göz olmak zorunda kalıyorsun. Ne bileyim elini falan öpüyorsun. Küçükken altıma işedim diye beni ''Şaban amcaya'' vermekle tehdit eden, büyüyünce de ''bak kızım mutlaka oyunu MHP'ye vereceksin'' nasihatlarında bulunan, misafirlikten evimize dönerken ardımızdan 'kurt' işareti yapan bir akrabam var mesela. Normal şartlar altında neden böyle bir insanı 23 senedir aralıklarla görme ihtiyacı hissedeyim ki? Tabi artık büyüdüm; hiçbiriyle bir bağlantım kalmadı, ama sonuçta hayatımızda var bu akraba dediğimiz insanlar. Ne bileyim, anneannemden teyzemden falan bahsetmesem de, annemin halası, annemin kuzeninin kocası falan gibi insanları bir şekilde tanımak zorunda kalmışım, bir de ciddiye alıp ziyarete falan gitmişim, oturup muhabbet etmişim.

He, bir de akraba çocuğu diye bir şey var ki, hiç sormayın. Bizim akrabaların çocukları hep belalı olur.  Mesela ben küçükken her fırsatta beni bıçaklamaya çalışan bir Ahmet vardı. Hadi bu yine neyse; 3 yılda bir görürdüm Ahmet ve ailesini. Fakat OGÜN dediğimiz bir olgu vardır ki, çocukluğumu zehir etmiştir. Hani bir şekilde seri katil falan olup çıksaydım, bütün sebebi bu çocuğun bilinçaltımı ve çocukluğumu zehirlemiş olması olurdu. Ogün dediğimiz akraba çocuğu ile aramızda bir kan davası sürdü yıllarca. Sürekli beni sıkıştırıp ''kızım senin bağırsaklarını sökücem, senle aynı okula yazdırtıcam kendimi, hep eteğini açıcam, sonra da bacağını koparıcam'' falan gibi şeyler söyler, beni çok korkuturdu. Hatta bu akrabalarımızı ziyarete gidiyorsak, annem asla bana haber vermezdi. Ben gezmeye gittiğimizi sanırken kendimi hep Ogün'ün odasında bulurdum.

Hadi akrabadır, düğündür, sünnettir falan, büyüdüğümüz için bunlardan bir nebze kaçabiliyoruz. Ama yaşantımızın her anında bizimle olan bazı olgular var. Bu olgular AİLE APARTMANI, AİLE SALONU ve HOP AİLE VAR başlıkları altında incelenebilir.

Bu ''aile bilmem nesi'' olgusu çok acayip. Bu olguya göre tek yaşayan erkek ve kadın genelde kötüdür, mutlaka günah işlerler. Bu iki cins yan yana gelirse zaten çok günah olur, hatta apartmanın namusu bozulur. Aile apartmanına kiracı aranıyorsa 'temiz bayan', 'işi gücü belli erkek' aranır (evet bu kelimelere rastladım ben ev ararken). Fakat yine daha önce başıma geldiği gibi, ev sahibimin evimi basması, evimi yakmakla tehdit etmesi, sokaklarda atletini yırtarak 'orospu bunlar' diye bağırması, benim erkek arkadaşımın evde olmasından daha kötü değildir. Çünkü orası bir aile apartmanı, onun bir ailesi var ve aileyi kötü güçlerden, ahlaksızlık ve namussuzluktan korumak onun görevidir. Aile adına her şey mübahtır.

Her neyse, işte böyle. Sarhoş olunca ''önce aile kurumunu yıkacaksın hacı'' diyerek politik görüşünü ortaya koyan herkese yürekten katılıyorum. Artık işkembecilerde aile salonu görmek istemiyorum; istiyorum ki bir işkembe salonuna gidip içimden geldiği gibi sevişebileyim. Ne bileyim, bir pideciye gidip en vahşi cinsel arzularımı tatmin edebileyim. Yıllardır ''Aile Salonumuz Vardır'' tabelası yüzünden yapamadığım her şeyi yapmak istiyorum.


Monday, January 7, 2013

'ÇEVİRİ' ya da 'What other people think I do, what I really do..'

Merhaba. Bugün kar yağıyor, bugün herkes ''kar izlerken bilmemne yapmak'' diye keyif dolu cümleler kuruyor. Ben de bugün evde çeviri yapıyorum, diğer günler gibi. (Öyle günde sayfa sayfa çeviri yaptığımı da sanmayın; böyle bir şeyin başına oturup saatlerce uğraşmak benim için çok zor.)
Her neyse, ben de bir an ne yaptığıma bakayım dedim. Sıcacık kahvemi almışım, battaniyenin altındayım, arada kar seyrederek çeviri yapıyorum. Yani dışarıdan görünen hal bu. Peki aslında ne yapıyorum? Öncelikle o kahve, çevirdiğim denizci şiveli adamların cümleleri arasında soğuyup bok gibi bir şey oluyor, köpük möpük kalmıyor. Arada kafamı kaldırıp yağan kara baksam da, aslında kar mar görmüyorum dostlarım. Aslında ben, gemilerden ve denizcilikten bir bok anlamadığım için, bilmem ne direğinin, bilmem ne yelkeninin ne olduğunu, ne işe yaradığını falan düşünüyorum. Esasında, denizin ortasında kalmış kahramanımızın dengesi ne zaman geminin hareketleriyle bozulsa, bizim Humphrey ne zaman ıslansa, ben de onunla birlikte üşüyorum bu karda kışta. Çişim geldiği halde kalkıp yapamıyorum, çünkü kalkarsam bir daha buraya oturamayacağımı biliyorum. Hatta bu yazıdan sonra o gemiye uzun süre dönemeyeceğim sanırsam. Geçenlerde Mutlusel ile konuşuyorduk, ''ben de işte çeviri yapıyorum,'' dedim. ''Çeviri yapıyorum dediğin, 5 dakika çevirip, yarım saat facebooka bakmak, değil mi?'' dedi de, biraz rahatladım. Hepimiz böyle yapıyoruz galiba. Hatta derste profesyonel çevirmen, yaptığını açıklayabilendir, demişlerdi bize. Bence profesyonel çevirmen, facebooka falan bakmadan en az 1 saat boyunca çeviri yapabilendir!
Sınıf arkadaşlarım beni anlayacaktır sanırım. Çeviri yaparken etrafınızda çöpten bir çember oluşur. Çöp dediğim şey, çeşitli kitaplar, sözlükler, kahve bardakları, telefon, çakmak, battaniye, çorap falan gibi saçma sapan, o anda ihtiyacınız olabilecek, sizi yerinizden kaldırabilecek şeyler. Arada bunların hepsini teker teker elinize alır, kullanırsınız, sonra da yakın bir yerlere bırakırsınız. İşte böyle bir çemberin içindeyken battaniyeye sarılı olmanız, kahve bardağınız, yağan kar, hiçbir şeyin bir anlamı yok.
Neyse, yine de sevdiğimiz, anladığımız bir şeyleri yapıyoruz. Ya muhasebeci falan olsaydık? Şimdi hala kullanılıyor mu bilmiyorum ama ben küçükken muhasebeciler ETA diye bir program kullanıyorlardı mesela. Dışarıda lapa lapa kar yağarken battaniyenin altında ETA'yla uğraşmak daha kötüdür eminim.

Saturday, December 15, 2012

Gastronomi

Selam. Bugün çok tehlikeli bir alışkanlıktan bahsetmek istiyorum: yemek yeme alışkanlığı. İddia ediyorum ki bu alışkanlık en az sigara kadar zararlı ve gereksizdir. Biliyoruz ki yemekten sonra sigara keyfi, kahveyle sigara keyfi, zevk sigarası gibi bilimum bahaneler üretilmiştir sigara içmek için. İşte aynılarının yemek için de olduğunu inkar edemeyeceksiniz biraz düşünürseniz. Yemek yerken bir şeyler izlemek/bir şeyler izlerken yemek yemek gibi saçma zevklerimiz var. Sinemaya gidince mutlaka patlamış mısır, Ortaköy'e gidince kumpir yiyoruz mesela. Ve tüm bunları acaba aç mıyım diye sorgulamadan yapıyoruz. En azından ben öyle yapıyorum. Sonra bir de gece gece ne bulursak mideye indirmemiz ve sonrasında yaşadığımız pişmanlıklarımız var. Reklamlarda diyorlar ya; her sabah bir kase nesfit yediğiniz zaman şu kadar zamanda şöyle fit olursunuz, böyle incelirsiniz. İşte onları ne zaman görsem acaba gerçekten her sabah bir kase nesfit yiyebilen var mıdır diye düşünüyorum. Zira ben o türden bir şey bulduğum zaman o birinci kaseyi ikincisi, ikinciyi de üçüncüsü mutlaka takip ediyor. Bir de öyle kahvaltı mı olur zaten? Nesfit, kokopops dediğin şeyler gece ekmek olmayınca yemek zorunda olduğumuz şeyler bence. En iyisi hiç bu tuzaklara düşmeyip, böyle şeylerden uzak durmak. Bir yandan da bütün bunların sorumlusunun ''Afrika'da bunu bulamayanlar var,'' diye diye ağzımıza buz dolabındaki her şeyi tıkıştıran annelerimiz olduğunu düşünüyorum. Sen her şeyi ağzıma tıkıştırmasan belki de ben onu bir hafta boyunca yiyeceğim, ne biliyorsun? Hem dünyadaki açlık sorununun bu kadar basite indirgenmesini de buradan kınıyorum. Bir de şu bir kaşık yağ ile dünyaları pişiren makine var. Zaten yağsız diye yedikçe yiyoruz böyle şeyler yüzünden. Sonra söylemeden geçemeyeceğim; bütün fastfood -benim plastik yiyecek dediğim- ürünlerinin ambalajında ''transyağ içermez!'' yazısı bulunuyor. Açıkçası transyağ nedir pek bir fikrim yok, kötü bir şey olduğu kesin. Ama transyağ denen şey fastfood'ta da yoksa hiçbir şeyde yoktur herhalde. Böyle şeylere kanmayın. He zaten iki gıdım yemek için deli gibi ambalaj üretiyorsun, çalışanlarının ağzına sıçıyorsun afedersin, eşşek gibi para kazanıyorsun, ormanları katlediyorsun, gıda diye insanlara oyuncak hamuru gibi şeyler yediriyorsun; yemişim transyağını, varsın o da olsun.

 Her neyse, bütün bunları aç kalmayayım diye küçük yaşımda obeziteye yakalanmama sebep olunduğu için yazıyorum belki de. Neyse işte, az yiyin.

Thursday, June 7, 2012

Kendine ait bir oda

Selam. İstanbul'a döndüğümden beri evim yok, haberiniz vardır. İlk hafta annemde kaldım ama sosyal bünyem daha fazla kaldıramadığından yeni yer arayışlarına girdim. Sorunun annemle değil, evimizin lokasyonuyla ilgili olduğunu da belirtmek isterim. Örneğin Kadıköy ve bizim arasındaki durak sayısı tam tamına 59. Neyse, önce minik bir çantayla birkaç günlüğüne sevgili dostlarımdan biriyle kalmaya başladım, sonra çantam gittikçe büyüdü, ev sahiplerim yavaş yavaş değişmeye başladı. En sonunda geldiğim nokta şu: İstanbul'un değişik yerlerinde birer tane bavul olarak da nitelendirebileceğimiz çantalarım var. Öyle ki yanımda olan çantamda bulamadığım şeyler için geçmişteki ev sahiplerimi arayıp, ''ya benim çantaya bir baksana, bilmemneyim onun içinde miymiş?'' diye sormaya başladım. Bir anda bütün İstanbul'u seferber edip o bulunamayan nesneyi buldurtabiliyorum. Aslında ne kira derdi var, ne fatura; böyle yaşamak iyi güzel hoş da, da, işte arkadaşlık ilişkileri bozulabiliyor bu nedenle. Eminim ki aranızda beni misafir edip ''uff kaç kere sifon çekti, uff bütün yatağa yayıldı, uff ne de ter kokuyor'' falan diye düşünenleriniz olmuştur. Ama ben de mahçup olmayı hiç bırakmayıp derli toplu, düzenli bir insan evladı olma yönünde kendimi baya geliştirdim. Bu yetilerimi yeni evimde kullanacağım, teşekkürler o yüzden. Yeni ev demişken, rahat bir nefes alabilirsiniz çünkü artık -henüz taşınamasam da- yeni bir evim var. Ama bu duruma pek alışamadım gibi, örneğin dün akşam internetten ocak fiyatlarına bakmak isterken fark ettim ki sahibinden kiralık ev ilanlarına bakıyorum. Hani yanlışlıkla tıklanır falan, ama öyle bir şey de değil, kombisinden oda sayısına kadar seçip aratmışım istemsizce. İnsan beyni çokcayip! Neyse, hem hepinize teşekkür etmek istedim, hem de şarj aletim hanginizde yahu?!

Saturday, May 19, 2012

Apple, Microsoft ve Annem

Merhaba. Bugün biraz annemden bahsedeceğim sizlere. Biliyorsunuz ki Erasmus adı altında pek de Erasmusa benzemeyen bir şeyler yaptım yakın zaman önce. Bu süre içerisinde (ve aslında bu dönemin öncesindeki evrede) annem her gün bana bir Iphone almak/aldırmak için büyük çaba sarf etti. Bu isteğinin/inadının nereden geldiğini bilmemekle birlikte, kendisinin Apple sevdasıyla yoğun bir mücadele verdim. Ben Nokia marka bir telefon kullanıyorum yaklaşık 4-5 senedir ve telefonumdan ayrılmaya karar veren parçalarla yeni bir telefon yaratmak mümkün de olsa, telefonumun bir zamanlar ''aynalı'' olan ekranında yazanları, oluşan çiziklerden ötürü görmek imkansız da olsa, başka bir telefon almaya hiç niyetim yok. Telefonumu değiştirmek için tuşlarının da kaybolmasını veya erimesini bekliyorum. Neyse, sevgili annem uzuuuun süredir telefonumdan nefret etmekte ve her fırsatta şu cümleleri sarf etmekte: ''Artık değiştir şu telefonunu, vallahi bir gün bir yerde bozulacak, telefonsuz kalacaksın. Bırak şu inadı da bir Iphone alalım artık.'' Kendine Iphone aldığında biraz durulacağını düşünmüştüm, oysa ki niyeti tüm tanıdıklarına birer Iphone aldırmakmış sanırım. Erasmus evvelinde benim her zamanki rahat tavırlarımdan ötürü çok stresli olan annemle gayet büyük bir kavga yaşamıştık. Kavga sonrasında çok radikal kararlar aldık: Annem beni evlatlıktan reddetmişti, bense artık ailesiyle hiçbir ilişki kurmayan derbeder bir pastacı olmaya karar vermiştim. Tüm bu kargaşadan sonra bile annem bağıra çağıra ve zorla beni Iphone almaya götürdü. Tabi ki kabul etmedim. Elbette 2 saat sonra barıştık ve ben Fransa'dayken her gün arayıp Iphone fiyatlarını sordu. Bir yandan da fıldır fıldır Türkiye'deki Iphone fiyatlarını araştırıp kafasında formüller ve denklemler oluşturarak ülkeler arası Iphone fiyatlarını karşılaştırıyordu. Tabi ki aylar ve yıllar geçtikçe ilgisi Iphone'dan Ipad yönüne doğru evrildi fakat o da başka bir blog konusu. Özetle annem Apple Computer Inc ve Microsoft Corporation arasındaki savaşta yerini uzun süre önce aldı. Steve Jobs'u ne kadar tanır bilmem ama kendisi yaşasaydı annemle gurur duyardı diye düşünüyorum. Son olarak: http://goo.gl/ihNkd