Sunday, June 27, 2010

Emin İgüs'e rezil olmak

Ezgi'den sevgilerle. Bugün çok utandım. Sabah Mutlusel mesaj attı, ''bugün Nazım'da, Nazım Kumpanya'nın konseri var, Emin İgüs de gelecekmiş, seni tanıştıracağım'' dedi. Tabi çok mutlu oldum, çünkü uzun zamandır konserine gitmek istiyor ve fakat sürekli kaçırıyordum. Akşam oldu, Onur'la gittik Emin İgüs'le tanışmaya. Konserden sonra Mutlusel ve Adem'le birlikte Emin İgüs'e yanaştık, Adem ''bir arkadaşım sizinle tanışmak istiyor'' diye beni çekiştirdi. Oraya giderken aklımda bir sürü şey vardı söylemek istediğim, ama gerizekalı bir Melih Gökçek sırıtışı suratıma yerleşmiş olduğundan mıdır yoksa heyecandan mıdır bilemiyorum ama hiçbir şey söyleyemedim. Adam doğal olarak ortak bir ilgi alanı bulmaya çalışaraktan ''müzikle mi ilgileniyorsunuz?''dedi. Sonradan keşke ''hayır ama dinlerim'' gibi bir şey söyleyip en azından espri yapmış olsaydım dedim ama aslında ''hayır'' demekle yetindim o an. Hadi bu neyse. Adam ''niye benle tanışmak istediniz'' diye sorduğunda yine bir şeyler geveledim ve Emin İgüs abi hiçbir şey anlamadığından '' benimle tanışmak istediğiniz için teşekkür ederim'' dedi. Buna cevap olarak ne denir, bunu analiz edelim. Normalde -birazdan yanlış yazacak olabilirim ama google edemeyeceğim şu an- estafurullah denmeli burada sanırım, rica ederim biraz saçma da olsa kullanılabilir. Ama ben tahmin edebileceğiniz gibi ''önemli değil'' dedim. Birkaç kez kendi etrafımda dolandıktan sonra sandalyelerin arasından kaçarak uzaklaştım. Halbuki müziğini çocukluğumdan beri çok sevdiğimi, ismimi Ezginin Günlüğü'nden aldığımı söyleyecektim ve bu geceyi unutmayacaktım, ama şimdi düşünmeye bile utanıyorum. Salak ben. Tarkan görmüş 13 yaşında kız gibiydim.

Wednesday, June 23, 2010

Kaslı Ablalar

Merhaba blog. Ben Ezgi. Bugün spora başladım. Şu an her yerimin ağrıması yetmiyormuş gibi Mutlusel'in saçma sapan konuşmalarından dolayı bir de başım ağrıyor. ''Tansaş'ta kıtır tavuk alana çıtır tavuk 5tl'ymiş.'' ''Hadi inegöl köfte alalım.'' ''Sanki makarna alsak yoğurt da almayacağız.''
Kendini koltuktan koltuğa atmalar..
Hayır yani, bu kadar kalori yakmış bir insana inegöl köfte teklif edilir mi? Ayrıca ben şu an kıtır, çıtır veya inegöl derdinde değilim, yarın her tarafım acayip ağrıyacak, onun derdindeyim.
Zaten spor salonunda kaslı kaslı abilerin yanında gerizekalı gibi hareketler yaptım. Para yatmamış meğer, kontorum olmadığını ''durun annemi arayayım, parayı o yollayacaktı'' dedikten sonra fark edip, annemi arıyormuş gibi yaptım.
Yedek spor ayakkabısı getirmek yerine, spor ayakkabımı giyerek salona gittiğim için ayaklarımın altını viledaya sildim. Dambılları kaldırırken kollarım dambıl dambıl sallandı. Daha ne olsun?
Ama neyse, herkesin bir ilki vardır diyor ve bu bölümü geçiyoruz.

Siz bu yazıyı okurken ben muhtemelen inegöl köfte yiyor olacağım.

Friday, June 18, 2010

Prenses Günlükleri

Selam.Ben Ezgi.3 gün önce Fransız Sarayı'ndaki kokteyle çağırıldık. Davetiyelerimiz e-mail olarak geldi. Son ana kadar gitmeyeceğimi düşünüyordum ama davetiye geldiği gün bir çılgınlık yaparak olumlu yanıt verdim.
Bugün kokteyl günüydü. Şimdi sizlere kokteylden izlenimlerimi ve oraya ulaşana kadar çektiğim çileleri anlatacağım.
4 gibi evden çıktım, koskoca Fransız Sarayı'na gidiyordum ve fakat davetiyem e-mail ile gönderilmişti. Evden çıkarken prenses gibi hissetmeme karşın, ozalitçiye gidip davetiyenin çıktısını almam gerekliydi. (Evet, bu kısmı daha da absürd olmak için yazdım, aslında kırtasiyeye gittim.) Otobüse yetişmek için rüzgarda uçuşan elbisemi tuta tuta koşuştururken bir yandan da küfrediyordum. Davet etmeyi biliyorsunuz, bari gelin evden alın. Tamam onu da geçtim, bir servis falan yollatın bari. Çok lüks bir şeye gerek yok, minik tombul servislerden de olurdu.
Otobüse yetiştim, binerken yine bir prenses edasıyla süzülüyordum. Az kalsın akbil basmayacaktım. Akbilimin bakiyesinin yetersiz olduğunu görünce gittikçe prenseslikten uzaklaştığımı fark ettim. Sonra da verdiğim paranın üstünü unuttuğum için şoförden azar işittim. Ben otobüsün sıcağında kavrulurken, Hatipoğlu'ndan alışveriş yapmış olan teyzeler bana alaylı alaylı bakıyorlardı, çünkü onlar bile evlerine klimalı servislerinin sağladığı konforla gidiyorlardı.
En sonunda ulaştım Taksim'e. Terden yapış yapış olmuştum. Diğerleriyle buluştuk ve saraya doğru yürüdük. Davetiyesizler de içeri sızınca boşu boşuna ozalitçiyle muhattap olduğumu anlayıp üzüldüm.
Neyse, gelelim saraya. Şunu söyleyebilirim ki, hiçbir haltı yok. Ama bedava şarap-rakı-cin tonik-martini faslı güzeldi. Yine de yanlışlıkla karides yemek çok üzücüydü!
Sonuç olarak, bugün saçma sapan bir organizasyonun içinde buldum kendimi. Ne müzik vardı ne bir şey. Fransızlar bu işi bilmiyor
.

Thursday, June 17, 2010

Pocahontas Olmanın Bedeli

Selam sevgili takipçiler. Bugün Mutlusel'i mutlu etmek uğruna katlandığımız şeylerden bir örnek vereceğim sizlere. Bizimki tutturdu ''ben Pocahontas olacağım'' diye. Kahverengi tuhaf bir elbise aldı ve azcık güneşte yandı diye Pocahontas olmaya karar vermiş. Sonra google görsellerden Pocahontas'ı arayınca hiç de alakası olmadığını fark etti. Bir an acaba Cleopatra'ya mı benziyorum diye düşünüp, Pocahontas olma fikrine geri döndü. Odasına gidip saçını ördü, kafasına bandana takıp ''ben Pocahontas'ııııım'' diye salona geldi. Oturma odasındaki yazıklar köşesinde duran (yazıklar kösesine sonra geleceğiz) fil biblosunu aldı ve onunla saçma sapan resimlerini çekmemi istedi. Şu an Pocahontas temalı 30 adet fotograf cep telefonumun bünyesinde bulunduğundan mesajlarıma bile zor giriyorum. Kapladığı yerden değil de, olayın saçmalığından dolayı. Neyse, o geceyi öyle atlattık, Pocahontas konusu pek açılmadı sonradan. Mutlusel'in bana yazdığı notları Pocahontas diye imzalaması dışında yani. Gelelim bu fotografçılık deneyimimin bedeline. Filin hortumunun üstünde duran pek değerli kolyemin süpürge tarafından çekilip çöpe gitmesi. Daha fazla konuşamayacağım.

Bu arada Bursa'da bir adam varmış, kendisini Kızılderili şefi olarak ilan etmiş. Daha doğrusu Türklerin Kızılderili'lere çok benzediğine karar verip onlar gibi yaşıyormuş. Kafasında bir sürü tüy var ve çadırda yaşıyor, barış çubuğunu tüttürüyor. Gazetelere falan da çıkmış. Tek sorun bunları Bursa'da bir apartmanın önünde yapıyor olması. Her neyse, Facebook'tan buldum kendisini. Şöyle bir mesaj gönderdim:

''Merhaba, benim bir sorunum var. Arkadaşım Pocahontas olduğunu idda ediyor. Ona göre Pocahontas'ın ruhu kabilesinin isteğiyle kendi vücuduna girmiş durumda. Gün geçtikçe daha çok Pocahontas'a benzemeye çalışıyor. Onun için endişeleniyorum. Böyle bir şey mümkün mü? Ayrıca Pocahontas gerçek bir kişilik mi bilmiyorum. Lütfen yardım edin, insanlar dalga geçer diye kimseye söyleyemedim.''

Ertesi gün çok teknolojik olan Kızılderili Reisi, derhal cevap atmış:

Kızılderili Reisi 02 June at 09:57

Selam,
Arkadaşınızın kendisini Pocahontas olduğunu iddia etmesi yanıltıcı. Ancak Pocahontas gibi iyi yürekli ve yardımsever olduğunu iddia etmesi doğru bir düşüncedir. Örneğin ben Kültür kızılderilisi olduğumu söyleyebilirim. Ancak ,ben Gerçek Oturan Boğa'nın kendisiyim dersem yanlış olur. Türk ve Kızılderili kültürleri çok benzeşir. Sadece doğa ve Yaratılan varlıklara olan sevgileri çok daha fazladır. Bence kendini ona benzetebilir,ancak ben Pocahontasım derse komik olur düşüncesindeyim. Sana ve arkadaşına sevgiler.

Gerisini size bırakıyorum.

Monday, June 14, 2010

postmodern bir karşıduruş


merhaba, ben mutu. şüphesiz artık benim de bu sayfaya bir kaç cümle yazmam gerekiyordu. ancak ne yazacağımı bir türlü bilemiyordum. hala da bilemiyorum, yine de size evimize dair bir kaç tanıtıcı bilgi vermek istiyorum.

Bildiğiniz gibi bir insanın evinin dekorasyonu kişiliğini yansıtır. Biz de ülkemizde medyaya karşı olan politik tavrımızı belirtmek için şöyle bir dekorasyon yaptık--->

Sanırım bu konuda diyecek çok şey yok. Postmodern sanat böyle bir şey çünkü.

Balkondaki Hain Dutlar

Merhaba herkese.
Geçenlerde 5 aydır bağlanmayan çamaşır makinemiz bağlanıyorken, yine o başımızın belası komşu apartmanın içinde kızlaaaar, heey kızlaaar diye bağırmaya başladı. Biz kapıya çıkınca da '' balkona hiç çıkmıyor musunuz siz?'' diye sordu. Önce balkonun pisliğinden şikayet edecek sandık, biraz çekindik. Meğer bahçedeki dut ağacının dalları bizim balkona ulaşıyormuş, onun da canı çok dut çektiğinden toplamayı önerdi. Sonra da az önce ''ben dut yemek istiyorum'' demek için kapımızı çaldığını anlamamışız gibi konuyu saptırarak ''siz de geri dönüşüm yapıyor musunuz'' falan dedi. Neyse, ertesi gün Mutlusel evde yokken bir dut keyfi yapayım dedim. Balkona çıktım, makarna süzgeçiyle dut topluyordum. Sonra yemek üzere olduğum dutun üstünde yaprak olduğunu sandığım bir şey gördüm, meğer çekirgemsi bir şeymiş. En büyük korkumun böcekler olduğunu söylememe gerek var mı bilmiyorum. O korkuyla makarna süzgeçini falan da balkondan aşağı fırlattım. (Artık makarnayı, tencereyi hafif eğik tutup lavabonun içine dökmemeye çalışmak suretiyle süzüyoruz.) Her neyse, bugün bu korkumu yenmem gerektiğine karar vererek yine balkona çıktım. Mutlusel ve Onur, Mutlusel'in gıcırdayan iğrenç yatağını sökmekle meşgulken, ben de dutları önce kontrol etmek kaydıyla topluyordum. Sonra elimi arı soktu. Elimi arı soktu dediğimde, evdekiler yatağın benim vahşi şartlar altında zehirlenerek ölmemden daha önemli olduğuna karar vererek ses çıkarmadılar. Yalnızca Mutlusel ''heh kaşı kaşı o mikroplu tırnaklarınla'' diye bağırarak yatakla ilgilenmeye devam etti. Ben de gittim elime yoğurt sürdüm.Şu an elimin üstünde bir tutam yoğurt var. Yoğurdu severim ama böcekleri sevmem. Sanırım onların da benle bir derdi var.

Saturday, June 12, 2010

Dikiş makinesinin hazin sonu

Merhaba, ben Ezgi. Üstünden yaklaşık 1 ay geçmiş olmasına rağmen size dikiş makinesiyle ilgili olan maceramızı anlatacağım. Şimdi çoook eskilere gidiyoruz.. Yan komşunun atmak istediği saçmalıkları bize kakalamaya başladığı zamana. Her şey bir fil biblosuyla başladı, sonra sehpamsı iğrenç bir şeyle devam etti, çalışma masası, çay fincanı, dondurma kasesi derken, onlara bizim iç işlerimize karışma hakkı verebilecek her şey evimize girmişti. Sonra bir gün kapının önünde bir dikiş makinesi bulduk ( Evet artık bunları ister misiniz diye sormaya da gelmeyip yalnızca kapının önüne koymakla yetiniyorlar. ) Hemen içeri aldık tabi, çünkü dikiş makinesini satacaktık. Önce gittigidiyor'dan aynı makinenin fiyatına baktık. Biz 100tl'ye satarız diye düşünürken, makinenin fiyatı 15.000 tl çıkmasın mı? Tabi ki delirdik. Hemen plan yapmaya başladık. İnterrail paramız çıkmıştı, artık Tansaş'tan bir şey alırken fiyatına bakmayacak, aynı ürünü diğer markalarla karşılaştırarak vakit kaybetmek zorunda kalmayacaktık.Önümüzdeki 2 gün dikiş makinesini yer yer okşayarak, yer yer öperek geçti. Sadece kapladığı yer nedeniyle sinirlenmeye başlıyorduk. Neyse, pazartesi geldi ve okuldan sonra antikacılara gitmeye karar verdik. Nereye sorsak, biz onu almayız diyordu. Bazıları da 50 tl vermek istedi. Umudumuz yavaş yavaş tükenmekteydi. Gördüğümüz tüm antikacıları tükettikten sonra başımız yerde eve gittik. Dikiş makinesine çok sinirlendik ve onu koltuğun arasına sıkıştırdık. İnternete verdiğimiz sayısız ilanlarla kimse ilgilenmedi. Aradığımız ve mail attığımız müzayedeciler de ona kimse ilgi duymaz dedi. Komşuya mı noldu? O da artık bizim dışarı attığımız çöpleri evine alıyor.